
AĞLAMA DUVARI
[Bu yazı, AKŞAM KİTAP'IN Temmuz 2012 târihli 18. Sayı'sında
yayımlanmıştır.]
Ağlama Duvarı (İbrânicesi, “HaKotel HaMa'aravi “ / “Batı Duvarı”), mâlûm olduğu gibi, Yahudîlerin kutsal saydıkları Süleyman Mâbedi’nden (İbrânicesi, “Bet Amikdaş”) kalan tek duvardır. A. Nûrullah Barıman’ın, Gözlem Yayınları’ndan çıkan “İsrâil-Arap Sorunu” kitabının onuncu sayfasında yazdığa göre, “Bu duvara ‘Ağlama Duvarı’ denmesinin nedeni, Yahudî özgürlüğünün bir sembolü olan ilk mâbedin ayakta kalmış bu tek duvarının önüne gelip, Mûsevîlerin özgürlük için ağlamalarıdır. Bugün artık Yahudîler burada ağlamıyor, sâdece dileklerinin gerçekleşmesi için adak adıyorlar.”
Reşat
Enis’in bu romanının, bildiğimiz Ağlama Duvarı’yla alâkası yok. Yazar, bu iki
kelimeyi çok güzel bir deyim ve mecaz olarak kullanmış: “Bu roman, önünde
sosyal ve moral sefâletimize ağlayacağımız bir duvardır.” demiş. Romanı okuduğumuz vakit, isminin ve bu
açıklamanın hakkını dolu dolu verdiğini görüyoruz.
Romanın,
öyle uzun boylu anlatılacak dallı budaklı bir konusu yok: Başkişisi Selâmi’nin
başından geçenler eşliğinde (ya da o olaylar aracı kılınarak), bireylerdeki ve
toplumdaki her türden kötülükler, bir belgesel gibi ‘oynatılır’. Bizler bu
esnâda, Selâmi’nin, sırasıyla; köy öğretmeni, gazeteci, işsiz, mâliyeci, liman
işçisi ve nihâyet, zengin bir müteahhit oluşuna tanık oluruz. Bu son evreyle
birlikte, romanın başından beri dürüstlüğü, erdemi savunan Selâmi’nin, kapacağı
ihâlelerin hayâliyle iktidarla, güç odaklarıyla yaptığı flörtü seyredip, o eski
hâlinden eser kalmadığını hazinle seyrederiz. Maddî zenginliklerin arkasındaki
kirli işleri görürüz. (Bu arada, gazetelerin manşetlerinin iktidarların lehine
ya da aleyhine olmasının büyük belirtilerinden birinin de, alınacak ihâlelere
bağlı olduğunu öğreniriz.)
“Fragman-roman” diye bir terim var mı bilmiyorum, ama varsa, bu terim,
Ağlama Duvarı romanı için çok müsâit.
Binbir Gece Masalları gibi, parça parça hikâyelerden, gazetecilik terimi
anlamında ‘olay’lardan oluşan bu kitap, başı-sonu belli bütün bir olaydan
değil; toplumdaki çarpıklıkları, fakirlik ve yolsuzlukları göstermek/sergilemek
için anlatılan –âdeta- anekdotlardan
müteşekkil… Sanırım, Reşat Enis’in gazeteci olması, böyle bir ‘yöntem’
tutmasında etken olmuş. Üslûbu savruktur
Reşat Enis’in. Romanda anlatılan olayların hemen hepsi, hatırlamalara ve
tesâdüflere dayanır. Tesâdüfün bir ‘metod’ olarak bu kadar fazla kullanıldığı
başka bir roman, yok denecek kadar azdır zannederim. Ömer Türkeş, Şubat 2003
târihli Virgül dergisinde (sayı 59), Reşat Enis’in eserlerini yayım sırasına
göre verirken, üslûp mevzuuna da temas etmiştir: “Reşat Enis, hiçbir romanında
biçimle ilgilenmemiştir; baştan aşağıya içeriktir o. Ancak hakkâniyetli olmak
gerekirse, yazdığı metinlerin o dönemde ilgi, heyecan ve tartışma yarattığını
söylemeliyim. … Art arda yayımlanan Kanun Namına (1932), Gonk
Vurdu (1933), Gece Konuştu (1935), Afrodit Buhurdanında Bir Kadın (1937),
Toprak Kokusu (1944), Ekmek Kavgamız (1947), Ağlama Duvarı (1949), Yol Geçen
Hanı (1951), Despot (1957) ve Sarı İt (1968) ile büyük bir okuyucu kitlesine
ulaşan, ama belki de muhalif kimliği nedeni ile Milli Eğitim müfredâtına hiçbir
zaman dâhil edilmeyen, kitapları artık sahaf raflarında bile yer almayan ve
böylelikle belleklerden silinip giden Reşat Enis, Evrensel Basım Yayın
tarafından hazırlanan diziyle yeniden katıldı aramıza...” [Evrensel Basım Yayın, on yıl
önce başladığı bu diziyi, üç kitapla noktalamış görünmektedir. –Orçun ÜÇER]
Reşat
Enis’i, Attilâ İlhan çok yazmış. (O yazıları, “Hangi Edebiyat” kitabındadır
bugün.) Selim İleri de zaman zaman yazar; ondan başka anan da pek yok
artık. Oysa, vakt-i zamanında, Refik
Hâlid’inden Nâzım Hikmet’ine, Hâlide Edib’inden Suat Derviş’ine, Hüseyin Câhit
Yalçın’ına varıncaya kadar, kendisine övgüler düzülmüş bir yazardır. Nâzım Hikmet, “Afrodit Buhurdanında Bir
Kadın” (1939) romanı için “Türk edebiyatının temel taşı.” demiştir. Hâlide
Edib, “Toprak Kokusu” (1944) romanı için “Steinbeck’in Gazap Üzümleri’nden daha
güçlü bir eser”; “Despot” (1957) romanı için de “Eser, dünya çapındadır.”
diyerek, övgülerini dilegetirmiştir. [Reşat Enis, Türk edebiyatında bir ‘ilk’in
de yazarıdır: Selim İleri’nin “Perisi Kaçmış Yazılar” (İyi Şeyler Yayıncılık,
1996) kitabındaki Reşat Enis’e dâir “Kimse Hatırlamıyor!” yazısından
öğrendiğimize göre, “Türk romanında açıkça dilegetirilebilmiş ilk travesti”,
Reşat Enis’in 1952 târihli “Yolgeçen Hanı” romanındanır.]
Attilâ İlhan’ın Reşat Enis için yazdığı
iki yazı vardır ki, kanaatimce, yüzlerce, binlerce çoğaltılıp, duvarlara
yapıştırılmalıdır: 1987’de yazdığı “Cinâyet Bu Be!” yazısıyla, 1990’da yazdığı
“Kim Okur, Kim Dinler?”. Yazımı, Attilâ İlhan’ın ilk yazısındaki şu haklı
cümlelerle bitiriyorum:
“…Niye böyle yapıyoruz? Niye ıkına sıkıla iki uzun hikâye yazabilmiş bir
züppeye, büyük romancı diye sayfalar ayırıp, özel sayılar düzenliyoruz da,
yaşadığı dönemin toplumsal ve bireysel panoromasını bir düzine ‘baba’ romanla
çizmiş bir ‘kalem erbâbını’, böyle hiçe sayıyoruz. Cinâyet bu be!”