

“SEN LİKYA KRALİÇESİSİN”
[Bu yazının bir kısmı İzafi Dergisi’nin Nisan-Mayıs 2012 tarihli 5. sayısında; tam versiyonu ise 11 Temmuz 2012 tarihli Şalom gazetesinde yayınlanmıştır.]
Usta çevirmen ve yazar Sezer Duru’nun, İsrâilli şâir İsrael Bar Kohav’la mektuplaşmaları , “Likya’ya Mektuplar” adıyla yayımlandı (Everest Yayınları, Haziran 2011).
[Bu yazının bir kısmı İzafi Dergisi’nin Nisan-Mayıs 2012 tarihli 5. sayısında; tam versiyonu ise 11 Temmuz 2012 tarihli Şalom gazetesinde yayınlanmıştır.]
Usta çevirmen ve yazar Sezer Duru’nun, İsrâilli şâir İsrael Bar Kohav’la mektuplaşmaları , “Likya’ya Mektuplar” adıyla yayımlandı (Everest Yayınları, Haziran 2011).
Önce,
Sezer Duru hakkında kısa bir ansiklopedik bilgi: 1962'de Avusturya
Lisesi'ni bitirdi. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji
bölümünden mezun oldu. Yazar Orhan Duru'yla evlendi. Ankara Üniversitesi
Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Alman Dili ve Edebiyatı bölümünü
bitirmesinin ardından Latince, Yunan ve
Roma Edebiyatı bölümlerinde okudu. İstanbul'da Goethe Enstitüsü'nde çalıştı.
Türk yazar ve ozanların eserlerini Akzente ve Orte gibi dergilerde yayımlanmak
üzere Almanca'ya
çevirdi. ZDF ve ARD gibi Alman TV kanallarında 25 yıl boyunca muhabirlik yaptı.
Max Frisch,
Heinrich
Böll, Siegfried Lenz, Jerzy Stefan Stawinkley,
Hans Magnus Enzensberger, Bertolt
Brecht, Thomas Bernhard, Gustav Meyrink eserlerini
Almanca'dan Türkçe'ye; Ferit Edgü, Demir
Özlü ve Başar Sabuncu ise eserlerini Türkçe'den Almanca'ya
çevirdiği yazarlar arasındadır. Ayrıca Orhan Duru'yla birlikte yazar Oğuz Halûk Alplaçin'in
(Hayalet Oğuz) hayatı üzerine O Pera’daki Hayalet kitabını hazırladı.
Sezer
Duru, deyiş yerindeyse, üç tarafı denizlerle çevrili bir ‘edebiyat adası’dır:
Kardeşi Tezer Özlü, ağabeyi Demir Özlü ve eşi Orhan Duru, bilindiği gibi,
edebiyatımızın önemli isimlerindendirler. Kuşkusuz, Sezer Duru da öyle… [Sezer
Hanım, Birgün gazetesinden Saliha Yadigar’a, 29 Eylül 2007 yılında verdiği
röportajda, esprili bir dille değinir bu hususa: “Ben nihayet yazar değilim, çevirmenim ama
gizli bir yazarım belki. Çünkü benim çeviriye geçmem... Bu kadar yazar
çevresinin içinde büyüdüm. Kardeş yazar, koca yazar, kız kardeş yazar... Şimdi
ben ne yapayım dedim. Bunların altında ezilir insan. Ben bari çevirmen olayım.
Ben bu yolu seçtim. Ama şimdi başladım ben de yazmaya kendime göre bir şeyler…”
Sezer Duru’nun, eğer, bir zamanlar, IGO
(International Gossiping Organization) adlı bir ‘dedikodu örgütü’ kurduğu ve
Prof. Dr. İlber Ortaylı’yı da bu örgüte üye yaptığı gerçeğini ‘ifşâ’ edersem
(!), yukarıdaki açıklamasının ironikliği
anlaşılacaktır. (Bkz: “Zaman Kaybolmaz / İlber Ortaylı Kitabı”, Söyleşi: Nilgün
Uysal, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2006, sayfa 414). Yine bu
röportajda, genç yaşında ölen kardeşi Tezer Özlü için, “Onun ölümü benim yarımı
aldı, götürdü” der Sezer Duru. Ardından da ekler: “Geçenlerde bir İsrailli şair
bir şiir yazdı benim için de, orada bir bölüm var, çok güzel.” Bu röportaj
yayımlandığında, “Likya’ya Mektuplar” kitabı ortada yoktu elbette; çıkmasına,
dört yıl vardı daha. Kitap yayımlanınca gördük ki, o İsrailli şair İsrael Bar
Kohav’mış. Sezer Duru’nun bahsettiği şiir de, bu kitabın son sayfalarında yer
alan “Sezer ve kenti için” altbaşlıklı “İstanbul” şiiri. İşte o şiirdeki –Sezer
Hanım o röportajda dikkat çektiği-, Tezer Özlü’yle ilgili dizeler: “Yakup’un
meyhanesinde tam karşıda öyküler tanrıçası / Tezer özlü, bakıyor tıpkı İstanbul’un
beyaz laleleri gibi / Duvardan aşağıya, soluk gülümsemeyle- / Senin sevginin
yarısını alıp götürüyor / Ölümüyle, sen taşlarla bezenmiş boşlukta / Kalıyorsun
hasret içinde …” ]
Girişte,
“mektuplaşmaları” dedim ama; yalnızca İsrael Bar Kohav’ın mektupları var. Sezer
Duru, kitaba yazdığı önsözde (sayfa V-VII), kendi yazdıkları mektupları neden
yayımlamadığına değinmemiş. Bu kitabı neşretme nedenini şöyle belirtmiş:
“Yazışmalarımızın bir kısmını yayımlamaktaki amacım kadın erkek ilişkilerini,
ister cinsellikte ister dostluklarda olsun hâlâ seviyeli bir düzeye
erişemediğini düşündüğüm bir ülkede tartışılması gerektiğine duyduğum umuttur.
Bir de antisemitizmin ayyuka çıktığı günümüzde bir İsrâilli yazarla bir buralı
yazarın ne derece içten bir dostluk kurabildiğini göstermek.” (Sayfa VII)
Sezer
Duru, başkanlığını yaptığı yazar ve çevirmenler merkezinin onuncu yıldönümü
olan 2006’da tanışır İsrael Bar Kohav’la. Dostlukları, ondan sonra da devam
eder. Öyle ki, Sezer Duru, şiir kitabını da çevirecektir Kohav’ın. (“Atlantis” adıyla
yayımlanan kitap, 2007 yılında, Yasakmeyve Yayınları’nca yayımlandı.) Duru,
“önsöz”ünde, şâirin “Bu yıl da Uluslararası İstanbul Şiir Festivali’ne
katılaca[ğını]” belirtir. (Sayfa VI)
30 Temmuz
2006-25 Mart 2011 tarihlerini taşıyan toplam 124 mektupların içerikleri; aşk,
dostluk, edebiyat, barış… Daha birinci ve özellikle de ikinci mektuptan
anlaşılabileceği gibi, İsrael Bar Kohav’ın üslûbu –doğallıkla – şâirâne:
“Sevgili Sezer, mail’ini okurken yazdıkların dans etti, sanki sen yaşamı
kutluyorsun… Sana sormak istediğim, adının ne anlama geldiği, çünkü adın
masalsı ve büyülü geliyor kulağa, tınısı çok güzel… (Sayfa 2). Bu mektuplarda,
büyük bir aşk da mevcut: “Sevgili S. (Sezer), adının tınısı o kadar özel ki, o
kadar gizemli ki, sana ruhumun sırlarından birini getireceğim…” (s.15),
“Gururun ve İstanbul’a duyduğun sevgi beni derinden etkiledi, çünkü sevgi
yoluyla bir insan kendi aslını gösterir: ‘Sen sevdiğin şeysin’ dedi ozanımız
Rûmî.” (s.18), “S. (Sezer) benim için bir ad ve senin adın ebediyete kadar İbrânî edebiyatına geçti…” (s.40), “En iyi
şeyleri hak ediyorsun ve sen daha az sevilesi insanlar için modelsin.”
(s.57), “…bana ‘beni unuttun mu?’ diye
soruyorsun, sen unutulabilir misin Likya?” (s.59), “…umarım sana sarılarak bu
zor saatlerinde sıkıntını biraz hafifletmiş olurum sevgili S.” (s.87), “Sen
kalbimdesin ve seni özlüyorum, seni özlüyorum…” (s.97), “Kıymetlimi düşünüyorum
… seninle birlikte ve yıldızlı Likya’nın büyüsünde, şiirin sarsıcı havasında.”
(s.109).
İbrânî Üniversitesi’nde (The Hebrew University
of Jerusalem - האוניברסיטה העברית בירושלים ) ders de verir İsrael Bar Kohav. Amos Oz'un "Bizim en önemli ve en ilginç
şairlerimizdendir," dediği bu
sanatçı, bu durumdan memnun değildir esâsen; çünkü edebiyata, dansa,
sanata daha çok vakit ayırmak ister. Belki de, içinde bulunduğu Ortadoğu’nun
karmaşasından kurtulmak, sanatla arınmak isteğidir bu. (“Sorunlu bölgemiz[de]…
her şey bir anda ortaya çıkan kan ve nefretle doluyor. Neler olduğunu
anlamaktan gerçekten yorgun düştüm; ama körlük ve yabancıdan korku ve korkunun
gölgeleri ve siyah rüzgârlar, kim suçlu? İnan bana o kadar karmaşık, o kadar
berbat ki bu pesimizm.” S.86) Kendisini
barış neferi olarak tanımlayan (“… ben edebiyat ve barış neferiyim…” s.8)
Kohav, her duyarlı ve kalbi körelmemiş insan gibi, savaşa, şiddete, faşizme
karşıdır. 19 Ocak 2007’de katledilen ve İsrael Bar Kohav’ın “ışığın özgür
habercisinin sesi” (s.14) diye tanımladığı (neden “basın şehidi” demeyelim?)
Hrant Dink için çok üzülen ve “ideoloji maskesi altındaki şiddet olayları beni
deli ediyor” diyen Kohav, “buradakiler de öldüren, durmadan öldüren aşağılık
yaratıklar[…] (s.12)” diye ekleyerek, şiddete karşı, kimden gelirse gelsin;
isterse mensubu olduğumuz, ırkdaşı ve dindaşı bulunduğumuz devletten olsun,
tavır almamız gerektiği dersini veriyor. Şâir, bu meşum olayla doğrudan alâkalı değil
belki ama, dolaylı yoldan ilgili ve tam bir yıl sonra, 19 Ocak 2008’de, kanayan
beşik Ortadoğu için Rodos’ta yapılan toplantının davetiyesini kaleme alır. (s.
67) Belki edebiyatın barışı tesis etme gücü zayıftır; ama denenmelidir. Barış
için her şey, her yol denenmeli değil midir?
Barışın olmadığı yerde güven de yoktur:
İsrâil’e gitmek isteyen Sezer Duru vize alamaz, çünkü pasaportunda Suriye
vizesi vardır. İsrael Bar Kohav’ın tepkisi, doğal olarak sert olur ve ne kadar
haklıdır: “Bu budalaların sana yaptıkları için kendimi küçük düşmüş
hissediyorum. Utanıyorum. Seni yargılayacak olanlar kim oluyor. Paranoya bu,
Ortadoğu’nun Allah’ın belâsı paranoyası. Tüm bu sefil ülkeler ve bizimki
(İsrail), ilkel düzeyde var olmaya çalışıyorlar!” (s.69) “Ruhunun bir yanı,
yuvası olmayanların karanlık yanında kışlamakta olan” (s.71) herkesin vereceği
bir tepkidir bu… Bunun gibi tatsız olaylara, bu arada, “One Minute” de değinen
(s.90) şâirin çıkış yolu umuttur. Başka ne yapılabilir ki? Umut da giderse,
hangi dala tutunulacaktır? (Bir hatırlatma yapalım: Yüzyıllarca çileler çeken,
oradan oraya sürgün hayatı yaşayan Yahudilerin devleti olan İsrâil’in millî marşı,
“Umut” [“Ha-Tikva] adını taşır.)
Okunması
gereken bir kitap “Likya’ya Mektuplar”; çünkü yalnızca “Likya” (İsrael Bar
Kohav’ın Sezer Duru’ya verdiği isimdir bu) özelinde değildir. Hem hangi
edebiyatçıların mektupları şahsîdir ki. 21 Ağustos 2011’de, Zaman gazetesindeki
köşesinde, edebiyatçıların mektupları bahsine değinen büyük yazar Selim İleri,
kendisine gelen mektupları birkaç sene evvel yok ettiğini ve Hasan Bülent
Kahraman’ın bunu duyunca, haklı olarak üzüldüğünü ve kızdığını yazmış;
“Mektupların 'kişi'ye yazılmış olduğunu düşünürdüm” diye ekleyerek,
edebiyatçıların kendi aralarındaki yazışmalarının da, edebiyat tarihine âit
olduğunu vurgulamıştı. Okurken, Tezer
Özlü, Demir Özlü, Orhan Kemal, Orhan Duru gibi yazarlar ve Mevlânâ, Hâfız,
Nâzım Hikmet, Mahmut Derviş, Adonis, Orhan Veli, Ece Ayhan, küçük İskender,
Paul Celan gibi şâirlerle karşılaşacağınız bu mektuplar da, edebiyat tarihinin
halkasıdır. Hem de, İsrael Bar Kohav’ın, 3 Mart 2010 tarihli tek satırlık
mektubunda (ya da tek dizelik şiirinde), Sezer Duru’ya olan hissiyâtını çok
güzel ifade ettiği aşkla birlikte: “…senin krallığına sürgün…” (s.110)
(Sezer Duru ve Sennur Sezer muhabbeti.)