
[Bu söyleşim, Şalom gazetesinin 31 Temmuz 2013 târihli sayısında yayımlanmıştır.]
Yakın zaman önce, sahasında bir ilk olan kitap yayımlandı:
“Cumhuriyet Tarihi Soyadı Hikâyeleri” (Nisan 2013, Doğan Kitap). Şahıslara
sorulan ve onların kendi ağızlarından, kalemlerinden çıkan tanıklıklarından
teşekkül ederek, 600 kadar ‘hikâyeyi’ ihtiva eden bu eser; 18.-19.
Yüzyıl Türkmen Şiiri Antolojisi,
Altayca- Türkçe Sözlük, Bozkırdan
Bağımsızlığa Manas, Hakasça- Türkçe
Sözlük, Türk Dünyası Gramer Terimleri
Kılavuzu, Manas Destanı, Türk Kültüründe
At, Sinan Paşa-Tezkiret’ül Evliya, Stalin ve Türk Dünyası, Vatan Cephesi
Dâvâsı, Yassıada Zabıtları (birkaç
cilt), Anayasa Dâvâsı Toplu Savunması, Zindanlar ve Mahkûmlar gibi telif
eserlerin yazarı, Türkoloji profesörü Emine Gürsoy Naskali imzasını taşıyor…
Hoca’nın, neredeyse popülerleşmiş bazı çalışmaların editörlüğünü üstlendiği ve
hepsinde bir veya daha fazla makalesinin olduğu kitaplar da vardır: Ağıt Kitabı,
Arı ve Bal, Ayakkabı Kitabı, Çoban Kitabı,
Defin/Türkler ve Ölüm, Hakaret
Kitabı, Hapishane Kitabı, Hediye Kitabı, Sünnet Kitabı, Kahve/Kırk Yıllık Hatırın Kitabı, Temizlik
Kitabı, Tuz Kitabı, Tütün Kitabı, Uçamağa Varmak Kitabı, gibi…
Marmara
Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi
dekanı ve öğretim üyesi olan Prof. Dr. Emine Gürsoy Naskali’yle; 21 Haziran 1934’te kabul edilen ve 2 Temmuz
1934’te yürürlüğe giren Soyadı Kanunu’nun neticeleri olan Soyadı Hikâyeleri’ni
konuştuk…
ORÇUN ÜÇER: Hocam, bildiğim kadarıyla Türkçede soyadı hikâyeleri üzerine bir kitap yok. Çalışma var mı peki?
EMİNE GÜRSOY NASKALİ: Atatürk’ün vermiş olduğu soyadlarıyla ilgili tezler yapıldı. Bir de tabiî yazar-çizerlerin kendi hayatlarını anlattıkları kitaplarında, “Benim soyadım Atatürk tarafında verilmiştir” yahut “şurdan gelir” gibi açıklamaları var. Benim bu kitabım meşhur insanların değil, sokaktaki sade vatandaşın soyadlarını ne şekilde aldıklarını tesbit etmek içindir. Tabiî bu arada birkaç meşhur insanın soyadına da değinmiş oldum; büyükbabam Celâl Bayar, Altay Paşa, Şeref Kaya, Hâlide Edib Adıvar, Aziz Nesin gibi… Fakat büyük çoğunluğu -600 kadar soyadı var- meşhur olmayanlarınkidir.
O.Ü.: Çok da merak edilen bir konu. İnternette, hakkında en fazla arama yapılanlardan biri… Türklerde, Hristiyanlıktaki gibi vaftiz sistemi olmadığı için, bunu öğrenebilecekleri kayıt sistemi de yok.
ORÇUN ÜÇER: Hocam, bildiğim kadarıyla Türkçede soyadı hikâyeleri üzerine bir kitap yok. Çalışma var mı peki?
EMİNE GÜRSOY NASKALİ: Atatürk’ün vermiş olduğu soyadlarıyla ilgili tezler yapıldı. Bir de tabiî yazar-çizerlerin kendi hayatlarını anlattıkları kitaplarında, “Benim soyadım Atatürk tarafında verilmiştir” yahut “şurdan gelir” gibi açıklamaları var. Benim bu kitabım meşhur insanların değil, sokaktaki sade vatandaşın soyadlarını ne şekilde aldıklarını tesbit etmek içindir. Tabiî bu arada birkaç meşhur insanın soyadına da değinmiş oldum; büyükbabam Celâl Bayar, Altay Paşa, Şeref Kaya, Hâlide Edib Adıvar, Aziz Nesin gibi… Fakat büyük çoğunluğu -600 kadar soyadı var- meşhur olmayanlarınkidir.
O.Ü.: Çok da merak edilen bir konu. İnternette, hakkında en fazla arama yapılanlardan biri… Türklerde, Hristiyanlıktaki gibi vaftiz sistemi olmadığı için, bunu öğrenebilecekleri kayıt sistemi de yok.
E.G.N.: Doğru.
Soyağaçları da merak ediliyor. “Acaba benim soyum nerelere/kimlere dayanıyor?”
merakı… Bu kitap, Soyadı Kanunu’yla sınırlı; biliyorsunuz, o da çok yeni:
1934’te Kanun çıkıyor ve 1935’in sonuna kadar, aşağı-yukarı bir yıl içinde
herkes soyadını almış oluyor. (O zamanki Türkiye’nin nüfusu 16 milyon.) Bu işin
ilginç bir yanı; bir zümrenin, sınıfın değil, bütün Türkiye’nin iştirâk
etmesidir…
O.Ü.: Nüfus memurlarının kendi kafalarına göre soyadı ‘dağıttıkları’ doğru mu?
O.Ü.: Nüfus memurlarının kendi kafalarına göre soyadı ‘dağıttıkları’ doğru mu?
E.G.N.: Bu pek
doğru değil; hatta efsane! Kişiler kendilerine soyadı seçememişlerse yardımcı
oluyorlar elbette. Anladığım kadarıyla, soyadı verilmeden önce, nüfus memuruyla
aralarında sohbet oluyor. O sohbette, kendi geçmşinden ve âilesinden söz
ediyorlar. Memur da bu anlatılanlara binâen soyadı öneriyor. Bazen, o anda
gelişen olaylara göre de veriyorlar: Soyadı konusunda karar verememiş biriyle
“Hangi soyadını seçelim?” diye düşünen memur, o esnada çıkan yemeğin yanındaki
taze ekmeği görünce, “Tazeekmek olsun” diyor… Fakat tabiî bunlar müstakil
olaylar; külliyen böyle oldu, diyemeyiz.
O.Ü.: Bugün de
kullanılan lâkapları ve âile isimlerini (“falanoğulları”, “filângiller” gibi)
düşündüğümüzde, toplumun soyadına çok da yabancı olmadığını söyleyebilir miyiz?
E.G.N.: Toplum yabancı değil ama şöyle bir hukukî yönü de var: Bazı yatılı okullarda, köylerde lâkaplar var ama herkesin lâkabı yok; onun için bütün Türkiye’yi kapsayan bir durum değil. Lâkaplar var diye ‘soyadına ne gerek vardı ‘ diyemeyiz.
O.Ü.: Böyle itirazlar da olmuş çünkü değil mi? Kitabınızda, Nihal Atsız’ın bu itirazından bahsetmişsiniz.
E.G.N.: Evet, olmuş. Dediğiniz gibi, Nihal Atsız bunlardan biri... Bir başka sakıncası da, lâkapların resmî kayıtlara geçmemesi… Yalnızca sizin sosyal çevrenizin bildiği isimler çünkü… Meselâ 1800’lerde yazılmış eski metinleri okuduğumuzda, müellifin atıf yapacağı zaman “Yusufoğlu İbrahim”, “Ahmedoğlu Mehmed”, deniyor ama yeterli olmuyor. Öyle ya, kim bunlar? Onun için, bir köye isnâd etmek durumu oluyor: “Bilmemnereli/bilmemneli Ahmedoğlu Mehmed” gibi… Kısacası; eğer vatandaş olarak tescil olacaksak bir soyadına geçiş şarttı ve bu Kanun da onu yaptı.
O.Ü.: Bu kitap tamamen sizin şahsî merakınızın neticesinde mi doğdu Hocam?
E.G.N.: Evet, öyle oldu; ama soyadlarıyla ilgilenmem nereden çıktı, tam olarak hatırlayamıyorum.
O.Ü.: Bu çalışmanız Türkiye Cumhuriyeti özelinde; ama genel olarak soyadı kavramı ne zaman doğmuştur? Bu konuda araştırma yaptınız mı? Bir de sizin editörlüğünü yaptığınız ve konularla alâkalı makalelerinizi neşrettiğiniz; “Türk Kahvesi Kitabı”, “Beden Kitabı”, “Ağıt Kitabı”, “Hakaret Kitabı”, “Hapishane Kitabı”, “Hediye Kitabı” gibi kitaplara “Soyadı Kitabı” olarak eklenen bir halka olabilir miydi bu çalışmanız?
E.G.N.: Toplum yabancı değil ama şöyle bir hukukî yönü de var: Bazı yatılı okullarda, köylerde lâkaplar var ama herkesin lâkabı yok; onun için bütün Türkiye’yi kapsayan bir durum değil. Lâkaplar var diye ‘soyadına ne gerek vardı ‘ diyemeyiz.
O.Ü.: Böyle itirazlar da olmuş çünkü değil mi? Kitabınızda, Nihal Atsız’ın bu itirazından bahsetmişsiniz.
E.G.N.: Evet, olmuş. Dediğiniz gibi, Nihal Atsız bunlardan biri... Bir başka sakıncası da, lâkapların resmî kayıtlara geçmemesi… Yalnızca sizin sosyal çevrenizin bildiği isimler çünkü… Meselâ 1800’lerde yazılmış eski metinleri okuduğumuzda, müellifin atıf yapacağı zaman “Yusufoğlu İbrahim”, “Ahmedoğlu Mehmed”, deniyor ama yeterli olmuyor. Öyle ya, kim bunlar? Onun için, bir köye isnâd etmek durumu oluyor: “Bilmemnereli/bilmemneli Ahmedoğlu Mehmed” gibi… Kısacası; eğer vatandaş olarak tescil olacaksak bir soyadına geçiş şarttı ve bu Kanun da onu yaptı.
O.Ü.: Bu kitap tamamen sizin şahsî merakınızın neticesinde mi doğdu Hocam?
E.G.N.: Evet, öyle oldu; ama soyadlarıyla ilgilenmem nereden çıktı, tam olarak hatırlayamıyorum.
O.Ü.: Bu çalışmanız Türkiye Cumhuriyeti özelinde; ama genel olarak soyadı kavramı ne zaman doğmuştur? Bu konuda araştırma yaptınız mı? Bir de sizin editörlüğünü yaptığınız ve konularla alâkalı makalelerinizi neşrettiğiniz; “Türk Kahvesi Kitabı”, “Beden Kitabı”, “Ağıt Kitabı”, “Hakaret Kitabı”, “Hapishane Kitabı”, “Hediye Kitabı” gibi kitaplara “Soyadı Kitabı” olarak eklenen bir halka olabilir miydi bu çalışmanız?
E.G.N.: İsimler
üzerine bir çalışma yapıyorum ama bu başlıbaşına bir konu; müstakilen çıkması
daha hoş olur diye düşündüm… İlk sorunuza gelirsem; pek çok ülkede (meselâ
Finlandiya’da) yakın zamana kadar soyadı yok. Yirminci yüzyılda geçiliyor.
(Bugün artık soyadı da yeterli değil, mutlaka bir vatandaşlık numaranız olması
lâzım.) Kimliğinizi, dar çevrenin dışında da ifade etmek durumunda, isim
yeterli görülmüyor, muhakkak bir soyismi ihtiyacı doğuyor; günümüzde –örneğin
bizde- T.C. Kimlik Numarası da ekleniyor.
O.Ü.: İnternette
biraz araştırma yaptım. -Mâlûmunuz, burada yaptığımız araştırmalara, genellikle
kaynak belirtilmediği için çok güvenemiyoruz.- Baktığımızda; ilk soyadı kavramının Çinlilerde
ortaya çıktığını, Avrupa’da da ilk Romalıların kullandıklarını görüyoruz.
Dünyadaki ilk soyadı kanununun da Yahudileri, ilk önce asimile, sonra da ifşâ
etmek için çıktığı söyleniyor.
–Hristiyan bakış açısından tabiî- Bu kişinin Yahudi olduğu belli olsun,
niyetiyle… Daha sonra da Hitler Almanyasında Yahudilerin Alman soyadı almaları
yasaklanıyor. Yalnızca Tevrat’tan seçebiliyorlar. Yani soyadı, siyasetin de
aracı oluyor… Türkiye Cumhuriyeti’nin Soyadı Kanunu’nda, bir eşitlik olduğu
söylüyorsunuz kitabınızda; soyunu belli edip imtiyaz sağlamak değil…
E.G.N.: Hayır,
değil; hatta tam tersi bir durum var… Bu konuda iki farklı görüş var: Onlardan
biri; Soyadı Kanunu’yla köklerimiz silindi, nereden geldiğimizi bilemez olduk,
diyor… Belki çok meşhur âileler, “zâde”liğe mensup olanlar hatırlayamaz
olmuşlardır ama Türkiye’nin geneli için böyle bir “zâde”liğe bağlantı
olmadığından ‘kökünü kaybetmek’ ne kadar var, onu bilemiyorum.
O.Ü.: Avrupa’daki gibi, aristokrat bir sınıf zâten yok…
O.Ü.: Avrupa’daki gibi, aristokrat bir sınıf zâten yok…
E.G.N.: Doğru.
Bence bu Kanun, “zâde” gibi bir soya bağlanmayı; Ermenilerdeki gibi “yan” (“oğlu”- O.Ü.) soyadını almayı –ama
İstanbul Ermenilerinde var bu ek; onlara dokunulmamış.- veyâ bir aşîret adını
taşımayı engellemek için de getirilmiştir.
O.Ü.: Aslında,
herhangi bir sosyal sınıfı kaldırmak gayesi güdülmüş anladığım kadarıyla.
E.G.N.: Evet, ben
de öyle düşünüyorum.
O.Ü.: “İmtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir milletiz” ‘düsturunun’ tatbîki mi acaba?
E.G.N.: Ne kadar şuurlu bir şekilde yapıldı bilmiyorum ama mutlaka biraz bu şuur da var… Örneğin, yer isimleri de soyadı olamıyor…
O.Ü.: “İmtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir milletiz” ‘düsturunun’ tatbîki mi acaba?
E.G.N.: Ne kadar şuurlu bir şekilde yapıldı bilmiyorum ama mutlaka biraz bu şuur da var… Örneğin, yer isimleri de soyadı olamıyor…
O.Ü.: Bunun tek
istisnası “Atatürk” soyadı oluyor. Atatürk’ün kardeşi Makbule Hanım da dahil
olmak üzere (“Atadan”dır, Makbule Hanım’a verilen soyadı –O.Ü.), kendisinden başka kimse o soyadını taşıyamıyor ve bu,
kanunla yasaklanıyor.
E.G.N.: Ben
bunda, Atatürk’ün çevresindeki insanların takdiri olduğunu düşünüyorum;
kendisinin özel isteğiyle oluğunu, bir dahli olduğunu sanmıyorum. Bu kararda,
bu soyadının tek imtiyazının Atatürk’e ait olması, başkalarının ondan istifade
edememesi niyeti de vardır bence…
O.Ü.: Peki,
Yahudilerde durum nedir? Onları tesbit edebildiniz mi?
E.G.N.: İstanbul’daki
Yahudi arkadaşlarıma sordum ama onlar da söyleyemediler soyadlarının nereden
geldiğini veya nasıl verildiğini.
O.Ü.: Yahudilerdeki
soyisimleri, genellikle yer adlarıdır; misal, Toledo soyismi, aynı adlı
şehirden mülhemdir, mâlûm…
E.G.N.: Haklısınız…
Ben, Yahudilerin soyadlarına pek dokunmamışlar intibâını taşıyorum.
O.Ü.: Kitabınızda,
yalnızca iki Yahudi vatandaşı tesbit edebilim: “Dilman” (s.66) ve “Romi”
[İspanya’da bir kasaba adı. –O.Ü.]
(s.186) soyadlarını alan şahıslar. Aslında “Dilman” soyisimini alan (ya da
verilen) kişinin soyismi Dilman değil; Türkçe bir ad çünkü…
E.G.N.: Evet,
hatırladım… Tabiî değil, değiştirmişler…
O.Ü.: Bu
değiştirmenin sebebi nedir acaba? (‘Gerçek’ soyadı Alazraki –O.Ü.) “Ailemiz dille uğraştığı için…” diye açıklamış
mezkur şahıs. Bu değiştirme ailenin tercihi mi yoksa devletin (sözgelimi,
Atatürk’ün) önerisi mi sizce?
E.G.N.: Tam
bilemiyorum ama belki de o dönemin hâlet-i ruhiyesine dahil olmak düşüncesi
olabilir… Kendi tercihleridir, diye düşünüyorum; çünkü bir kısıtlama
gelmemiş. Rum vatandaşlar, eski
soyadlarını alabilmişler; mesela, Dimitriyadis, Dimitriyadis olarak devam
etmiş…
O.Ü.: Türk kültürü de dahil olmakla birlikte pek çok kültürde “-oğlu” ekiyle biten soyadları var. Neden “-kızı” yok? Bu, bir cinsiyete atıf mı, yoksa -“bilimadamı”ndaki “-adam”ın erkek değil de”insan” (âdem) anlamında olması gibi- insan’a/insanoğlu’na bir gönderme mi; ya da doğrudan doğruya “insan” mı demek?
O.Ü.: Türk kültürü de dahil olmakla birlikte pek çok kültürde “-oğlu” ekiyle biten soyadları var. Neden “-kızı” yok? Bu, bir cinsiyete atıf mı, yoksa -“bilimadamı”ndaki “-adam”ın erkek değil de”insan” (âdem) anlamında olması gibi- insan’a/insanoğlu’na bir gönderme mi; ya da doğrudan doğruya “insan” mı demek?
E.G.N.: Cinsiyet
üzerinde durulması yakın zamanların bir hâdisesi… İşte, “bilimadamı”na yapılan
itirazlar ve “bilimkadını” da densin, diye önerenler olduğu gibi… Tabiî buna,
sizin de dediğiniz gibi, “oradaki ‘-adam’
zaten ‘insan’ demektir” diye cevap da veriliyor… Bu, feminist akımın bazı
çevrelere getirdiği bir hassasiyettir kanaatimce… Sorunuza gelince; bunun
nedeni, bildiğimiz kadarıyla dünyadaki bütün toplumlara hâkim olan ataerkil
yapı olabilir…
O.Ü.: Soyadı alma
mecburiyeti -kanun zoruyla- yalnızca
Türkiye Cumhuriyeti’nde mi vardı? İnternette bu yönde ‘bilgiler’ var fakat
kaynak olmadığı için itibar etmek mümkün değil doğal olarak…
E.G.N.: Hayır,
bize özgü değil; kanun zoruyla, Japonya’da da yapıldı. Finlandiya’da da öyle
olması lâzım.
O.Ü.: Peki Hocam,
Atatürk’ün bizzat verdiği soyisimlerin dökümünü çıkardığınızda, (kitabınızda,
dedeniz Celâl Bayar’a da soyadının bizzat Atatürk tarafından verildiğini
öğreniyoruz), ortaya çıkan tablo nedir? Misal, Cumhuriyet’in ‘ulus inşâ etme’
sürecinin –veya dilerseniz ‘Türkleştirme politikaları’nın diyelim- bir
yansıması görülebiliyor mu bu tercihlerde?
E.G.N.: Zannetmiyorum. Kişinin meziyetine,
kabiliyetine, yaptığı işe, temeyyüz ettikleri alanlara binâen soyadları bulup
verilmiş.
O.Ü.: Sevgili
Hocam, siz, Soyadı Kanunu’nun bir amacının da sınıf fikriyatını, ayrıcalığı
kaldırmak olduğunu söylediniz; fakat farklı iddialar önesüren kişiler de var. Misal,
bu konuya, gerek kitaplarında gerekse bir zamanlar sıkça çıktığı televizyon
programlarında yer veren ve konuyla
alâkadar herkesçe mâlûm olan bir profesör yazar, soyisimlerinden yola çıkarak,
birtakım insanların dinî âidiyetlerini ‘ifşa’ ediyor ve bu kişilerin, dinî
konumlarından ötürü, haksız yere ‘belli yerlere/makamlara’ getiriliği ‘tez’ini
ileri sürüyor… Nasıl karşılıyorsunuz?
E.G.N.: Kısmen
olabilir tabiî ama sözkonusu mezkur şahıs oluğunda, son derece takıntıları olan
bir insan oluğunu düşünüyorum. Baktığı her yere bir “dönmelik” (Sabatayizm –O.Ü.), bir Sabatayist görüyor… Bu da bir takıntı
tabiî…
O.Ü.: Bence bir
önkabulen, önyargıdan yola çıkıyor.
E.G.N.: Şüphesiz…
Ne demek istediğini bilmiyorum. Cumhuriyet’i Sabatayistler kurdu demek mi
istiyor nihai noktada?
O.Ü.: Onu açık
açık diyor zaten Hocam! “Kuruluşunda en çok etkin olan unsurdur” diyor. Hatta,
kendisini de Cumhuriyetçi olarak tanımladığı için “Ben bu zümreye karşı
değilim; bunlar Cumhuriyet’i kuran kadrodur” diyor. Devamında “Benim karşı
olduğum husus, kişilerin yeteneklerine bakmaksızın, hatta sıfır kabiliyetli
olanların dahi, sırf Sabatayist olukdarı için ‘bir yerlere’ getirilmesidir”
diyor.
E.G.N.: Onun
“Sabatayisttir” dediği çoğu kişilerin Sabatayist olmadıkları biliniyor. Zaten
bu iddialara tepki gösterenler çoğunlukta…
Bir de, kurduğu bağlantıların zayıf oluğunu düşünüyorum: Aynı sokakta
oturmuşlar da, o onunla ilişki kurmuş da… Zaten o zamanlar Türkiye’nin nüfusu
neydi ki; çoğu kişi birbirini tanıyordu…
O.Ü.: Peki buna
“isimbilim” demek ne kadar doğru. Çünkü, “Benim yaptığım iş bilimdir.” diyor.
Böyle bir bilim var mı?
E.G.N.: Tabiî ki
isimler üzerine bir bilim var; buna
“onomastique” denir. Bizler de farklı alanlarda yararlanırız bu bilimdalından;
fakat bahsettiğimiz şahıs, buradan hareketle bir dayatma yapıyor ve temelleri
pek sağlam olmayan çıkarımlara varıyor.