14 Nisan 2012 Cumartesi

İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI’NDAN EDEBİYAT ANILARI

                           
              İKİNCİ  DÜNYA  SAVAŞI’NDAN  EDEBİYAT  ANILARI
       [Bu yazı, AKŞAM KİTAP'IN Nisan 2012 târihli 15. Sayı'sında yayımlanmıştır.]

     Orhan Şâik Gökyay'ın bir kitabının ismi de olan meşhur bir söz vardır: Destursuz bağa girilmez. Ben de yazıma başlamadan önce, "Merhaba" diyerek ve bundan sonra -kısmetse- her ay Akşam Kitap'taki "Kitapperest" adlı köşemde; eski ve güncel kitaplar, o kitaplardaki ilginç, mizahi ve pek bilinmeyen edebiyat anekdotları hakkında yazacağımı söyleyerek girizgâh yapayım. Arada, yeni baskıları olmayan mühim kitaplara dikkat çekerken, o kitaplardaki magazinsel pasajlara da yazılarımda yer vereceğim. Bir nevi edebiyatın magazin haritasına eğilecek, yapılmış "edebî" dedikodulara ("ede-magazin" diyorum ben buna) kulak kabartıp, "fitne fücur"luk da yapacağım.

     Başlayalım.

     Gelin, biraz edebiyat dedikodusu, benim uydurmamla, "Ede-Magazin" yapalım. Bunun için de, unutulmuş bir kitaptan söz açalım: Hasan İzzettin Dinamo'nun "İkinci Dünya Savaşı'ndan Edebiyat Anıları"ndan. (De Yayınevi, 1984) Hasan İzzettin Dinamo'yu, Millî Mücadele'yi anlattığı -on beş ciltlik- "Kutsal İsyan" ve "Kutsal Barış" adlı kitaplarından tanırız; fakat bu şair ve edebiyatçının, o dönemde alanlarının zirvesinde olan, bugünse klâsiklerimiz arasına giren; Yahya Kemal, Nâzım Hikmet, Nurullah Ataç, Sait Fâik, Âsaf Hâlet, Orhan Veli gibi şair ve yazarlarla zenginleşmiş bu hâtıra kitabını bilmeyiz.

     Dedikodu dedim ama -yapacağız, merak etmeyin-, benim bir başka derdim de, bu güzel kitabın, her gün onlarca çöp basan yayınevlerinin 'iltifatlarına' neden 'mazhar olmadığı'? Ha, diyeceksiniz ki, adı üzerinde, "çöp" basıyorlar. Âmenna. O vakit, iyi, değerli neşriyat yapan yayınevleri neden yanaşmamışlar basmaya? Belki de haberleri olmamıştır. Bu yazı belki vesile olur.

     Neler var bu anılarda? İkinci Dünya Savaşı'nın (faşizmin) gölgesinde sanat/edebiyat mücâdelesi var. (Mesela siz, Hitler'in Propaganda Bakanı olan Gobbels'in Türkiye'de bir edebiyat dergisine el attığını biliyor muydunuz? Bu kitabı bulup da okuyabilirseniz öğrenebileceksiniz.) Dinamo'nun tanımlamasıyla, "dönemin faşizan Türkiye iktidârının" edebiyatçıların, yazarların sırtından eksik etmediği sopası var. Hitler canavarının ecel kuşunun, Türkiye üzerindeki gölgesi ve Türkiye'deki bazı siyâsetçi ve askerlerin, o ecel kuşuna hizmetleri var. Bütün bu kötü anıların yanında, bugün severek okuduğumuz şiirlerin ilk yayımlandıkları zaman yarattıkları sevinç, heyecan ya da kızgınlık, kıskançlıklar; bunlara bağlı olarak da, çekişmeler, dedikodular var.

   ATAÇ'IN KOMPLEKSİ

     "Ataç'ın kompleksleri vardı: Başarısız bir devrimci (Troçkist), başarısız bir şairdi. (İsviçre'de Fransızca şiirler yazıp Fransız dergilerine göndermiş, fiyaskoyla karşılaşmıştı.) Şairlerinin, ülkede başarılı birer sanatçı olmasını candan isteyen bir adamdı. (s.14)

Dinamo'nun, "Bu teoriyle insan bütün Afrika uluslarının dillerinin de Türkçe olduğunu kanıtlayabilirdi." diye dalgasını geçtiği Güneş-Dil Teorisi'ni dilde arılaşma denilen öztürkçeciliğin ateşli savunucusu Nurullah Ataç da benimsemez. (s.14) Hem zaten Atatürk'ün de saçmalığını idrak ettiği bu 'teoriye' aklı başında hangi bilim adamı rağbet gösterir ki! Bu öyle zorlama bir 'teori'dir ki bu 'kutsal dava' uğruna İlyada'nın meşhur Agamemnon'unun da Türkçe bir isim olan 'Ağa Memnun'un bozulmuş şekli olduğu söylenmiştir. Dianmo'nun da dediği gibi "İnsan, Güneş-Dil Teorisi'nin kurallarını kavrayınca, en inatçı sözcüğün bile Türkçe olduğunu kanıtlayarak kolayca hakkından geliyordu. Bu yüzden bütün dünya dilleri, bizim Güneş-Dil Teorisi'nin önünden hiçbir yana kaçamayacak duruma gelmişlerdi. Çok hoşnuttuk. Bütün dünyayı Türk yapmıştık. Yalnız, Anadolu'yu olduğu yerde bırakmıştık." (s.15)

   EDEBİYAT ÇEVRESİNİN GENÇLERİ ÇEKEMEMEZLİĞİ

     Selim İleri, gerek zaman zaman yazdığı bazı yazılarında, gerekse entelektüel camiayı konu edinen romanlarında, bir şekilde edebiyat dünyasında tutunmuş ve iyi kötü belli bir yol kat etmiş kişilerin, genç edebiyatçıları çekemediklerini, neredeyse onların önünü tıkamak için ellerinden geleni artlarına koymadıklarını belirtmiştir. Hasan İzzettin Dinamo da, kitabında, bu tutuma yer vermiştir.

     Dinamo dönemin yazar ve şairlerinin mekânlarından birisi olan Viyana Kahvesi'nde, Şevket Rado tarafından Ahmet Muhip Dranas'la tanıştırılır. Dranas, Hasan İzzettin Dinamo'yu uzaktan tanıdığını söyler Şevket Rado'ya. Dinamo bu söze alınır ve edebiyatçı camiasının bu gün de devam eden çekememezliğini anlatırken, bunun altında yatan asıl nedeni yani kıskançlığa parmak basar: "Edebiyatçılar dünyasının çok kıskanç, katlanılmaz, dostluksuz bir dünya olduğunu bilmeyen yoktur. Ancak, şu da var ki, edebiyatçılar, birbirlerini çok titizlikle izlemektedirler. Bu izleyişin bütün amacı, acaba bize yeni bir rakip çıkıyor mu, diyedir. Şundan ki hiçbir başarılı şair ya da bir başka sanatçı, başkasının yapıtının gerçek değerine inmek çabasını göstermez. Kendisinden başka kimse iyi şiir yazamaz da ondan." (s.24)

     "Genç sanatçı düşmanı" (s.45), "edebiyat dünyasında kendisinden başka hiç kimsenin bulunmasına katlanamayan kıskanç şair" (s.58) Orhan Seyfi Orhon ve yazar Vala Nurettin de genç yazarlara şans tanımayan edebiyatçılardandır. Bu durum, Dinamo'ya haklı olarak şu yorumu yaptırır: "Demek ki Türkiye'de en aklı başında yazarlar bile genç yazarlara bir şans tanımıyorlar." (s.30)

   ÂSAF HÂLET ÇELEBİ VE NECİP FÂZIL KAVGASI

     Kaldırımlar şairi Necip Fazıl'ın kalem kavgaları pek çoktur ama onun, İbrahim şairi Âsaf Hâlet'le olan kavgasını doğrusu duymamıştım. Doğrusu, hayat tarzı "Je m'en fou" (vız gelir) (s.35) olan Çelebi'ye kavgayı yakıştıramayız... Dinamo'nun tanımlamasıyla, "Doğu mistisizmine bulayarak garip şiirler yazmakla ün yapmaya başla[yan]; ancak, kendisi doğu mistikliğini daha çok, şiirinin bir reklam üyesi olarak kullan[an]" Âsaf Hâlet'in Necip Fâzıl'la aralarında bir tartışma geçer. Âsaf Hâlet bu olayı Dinamo'ya anlatır. Dinamo tartışmanın içeriğinin ne olduğunu yazmaz ama şunu söyler: "Bana ilk gülerek anlattığı olay, Necip Fazıl Kısakürek'le arasında geçen bir tartışmaydı. Bu sırada Necip Fazıl, kendini öyle büyük görüyordu ki; ayaküstü yaptıkları, tartışmaya benzer konuşmada Necip Fazıl ona 'Sen benimle iki ayaküstünde konuşacak adam değilsin, benim karşımda ancak tek ayaküstüne dikilerek konuşabilirsin.' diyerek çekip gitmişti. Sonra, Âsaf Hâlet Çelebi, onun için yerici yazılar yazacaktı." (s.34)

   OTUZ YIL SONRA AÇIKLANAN SIR

     Yazımın girişinde bu köşede yazacaklarımda birazcık "fitne fücur"luk da yapacağımı söylemiştim. Anlaşılan, Hasan İzzettin Dinamo da bu işe birazcık bulaşmış. Şöyle ki: Cahit Külebi yeni yeni şiirler yazan ancak bu şiirlerini dergilerde yayınlamayıp eşe dosta okuyan genç bir şairdir o sıralar. Şiirlerini okuduğu arkadaşlarından birisi de gene bir şair olan Sabahattin Kudret Aksal'dır. Külebi, bir gün dergiye gördüğü şiirlerle şaşına döner. Bu şiirler kendisinin yazdıklarına benzemektedir. Şiirlerin şairiyse Sabahattin Kudret Aksal'dır. Bu duruma çok üzülür elbette fakat bunu arkadaşı Sabahattin Kudret'e söyleyemez; açılacağı kişilerden biri Dinamo'dur ve ona dert yanar. Hasan İzzettin Dinamo da, otuz üç yıl sonra bu sırrı anılarında ifşa eder: "Son görüşmelerimizde Cahit Külebi'nin dertli olduğunu öğrenmişti: Yeni şiirlerini bize okumaya her zaman nazlanıyordu. En sonra baklayı ağzından çıkardı; bu bir yakınıştı : 'Biliyorsunuz ki ben henüz şiirlerimi dergilerde yayımlamıyorum. Ancak, bunları eşe dosta okuyorum. Ne var ki son günlerden bizim Sabahattin Kudret'in yazdığı, yayımladığı şiirleri görünce çok üzüldüm. Bunlar, doğrudan doğruya benim şiirlerim öykünülerek yazılmış. Eğer, ben şiirlerimi ondan önce yayımlamış olsaydım sorun yoktu. Ancak, o şiirlerimi bundan sonra yayımlarsam, okuyucular, Sabahattin Kudret'in etkisinde olduğumu sanacaklar. Ben, böyle olmasını hiç istemezdim. Şiirlerimi neden o kerte nazlandığımı anladınız mı?' (Ben de bunları otuz üç yıl sonra açıklıyorum. Her ikisi de bağışlasın.) Sabahattin Kudret'in şiirlerinin Cahit Külebi'den etkilendiğini, ben de ayırt etmiştim. Ancak, işin böyle dramatik bir vadiye dökülebileceğini hiç düşünmemiştim." (s.38)

   YAHYA KEMAL'İN BAŞINA DÜŞEN BOMBA: NÂZIM HİKMET

     "Nâzım Hikmet'in dama kapandığı günden beri, burjuvazi davranmış, Yahya Kemal'i tahtırevanla bir kez daha şiir tahtına oturtmuştu. Genç şairler öbür yanda yırtınıp dururken meydanı boş bulan Yahya Kemal, Cumhuriyet Gazetesi’nde iri, ışıklı göktaşları gibi şiirler döktürüyor, her şiiri de bir olay oluyordu. Her yanda bunlardan söz ediliyordu." (s.59)

     ".... Böylece, hece vezniyle aruz arasında bir denge kurduğu sırada, Yahya Kemal'in başına Nâzım Hikmet'in hem dış hem de öz bakımından yıkıcı bombası düşmüştü. Hecenin karşısında şöyle böyle dayanır gibi olan aruz, özgür koşuğun (serbest nazım) karşısında büsbütün pirelenmişti. Hele bu özgür koşuğun özündeki yeni düşünüşlerle duyuşlar, Yahya Kemal'in bütün şiirini, biçimiyle de, özüyle de tehdit etmeye başlamıştı. Nâzım, hem güzel, hem sanatçı, ressam olan annesi Celile'ye aşk şiiri döşenen Yahya Kemal'i, bütün şiiriyle de, varlığıyla tehdide başlamıştı." (s.80) "Yahya Kemal, Nâzım'ın bu kerte büyüyüp kendi hizasına gelme gerçeğine inanmıyordu. Ne var ki olan olmuştu. Onun havası, şiiri, ağırlığı altında ezilir gibi olduğunu duyuyor, bunu bir başka yetenekli sandığı şairin dostluğunda hafifletmeye çalışıyordu. Sol yazarların, şairlerin kendisini sevmesini, şiirinden hoşlanmasını bütün kalbiyle istiyordu." (s.81)


   ATATÜRK, YAHYA KEMAL'İN YAZILARI OKUYUP SAKLAMIŞ

     Kendisi de Osmanlı ordularını komuta etmiş eski akıncılardan "Şehsuvaroğulları"nın torunlarından olan Yahya Kemal, şanlı tarihi ve o şanlı tarihi şiirleriyle övmeyi sever, malûm. Buna karşılık bazı çevreler, onu, Mütareke Dönemi'nde ve "İstiklâl Savaşı" günlerinde, ses çıkarmamakla suçlarlar. Yahya Kemal savaş sırasında üniversitede hocadır. Zannederim öğretim görevlisi arkadaşlarından birinin Ali Kemal olması da, bazı çevrelerde, Yahya Kemal'in "Bağımsızlık Savaşı"nda tarafsız kaldığı sanısını uyandırır. Oysa böyle olmamıştır. Herkesin bildiği gibi, bu büyük şairin, daha sonraları "Eğil Dağlar" kitabında bir-araya getirilecek olan "Milli Mücadele" yazıları, şairin, Gazi'ye olan desteğini gösterir. . Tabii bu kitap, Hasan İzzettin Dinamo'nun anılarını yazdığı sırada ortada yoktur; bu yazılar yıllar sonra toplanacaktır. Tıpkı, bu yazıya konu olan Dinamo'nun anılarının, kitabın basım tarihi olan 1984'ten yıllar önce, "Yeni Ortam" dergisinde yayımlanması gibi... İşin ilginci, Dinamo'nun (ve belki de diğer edebiyatçıların), bu yazılardan haberleri olmamasıdır. Demek ki daha sonradan hiç konuşulmamış... Yahya Kemal'le tanışıp dostluk kuran Hasan İzzettin Dinamo da, bunu merak eder. Bir gün, Aziz İstanbul şairine, bu hususu sorar. Dinamo da kuşkuludur şairin o savaş yıllarındaki tutumunun iyi mi kötü olduğundan. Yahya Kemal, bu soruya, Gazi Mustafa Kemal'le aralarında geçen şu anekdotla cevap verir: "Bir gün, Gazi'nin treninde Ankara'dan İstanbul'a geliyordum. Birisi yanıma gelerek, Cumhurbaşkanı'nca çağrıldığımı söyledi. Kalkıp onun kompartımanına gittiğimde yalnızdı. Beni karşısına oturttu. Karşılıklı birer sigara yaktık. Baktım, elinin altında, gazete kupürlerinden bir tomar duruyordu. Ne olduğu da anlaşılacak gibi değildi. Epeyce şurdan burdan konuştuktan sonra, bu kupürleri bana vererek bakmamı söyledi. Tomarı açtım ki ne göreyim; benim, Kurtuluş Savaşı sırasında kendisini desteklemek üzere yazdığım yazılar değil mi? Benim şaşırdığımı görünce güldü: 'Ben sizin bu yazılarınızı her gün kestirir, okur, saklardım. Son günlerde elime geçti. Size bir sürpriz yapayım' dedi." (s.77)

     Bu anılarda; Âsaf Hâlet’in arkadaşlarının, onun “Om Mani Padme Hum” şiirini, şairinden habersizce yayımlamalarını; Âsaf Hâlet-Necip Fazıl ve Yahya Kemal-Ahmet Hâşim çekişmelerini; Atatürk’ün, Yahya Kemal’in “Millî Mücadele” yazılarını kesip saklamasını okuyabileceksiniz. Tabi eğer bir yayınevi bu kitabı yeniden basmaya ‘gönül indirirse’.



(Kendi sesinden...) 

10 Nisan 2012 Salı

ÇALDIMSA DA MÎRÎ MALI ÇALDIM

                             ÇALDIMSA DA MÎRÎ MALI ÇALDIM    


     [Bu yazı İzafi Dergisi’nin Şubat-Mart 2012 tarihli 4. sayısında ve egoistokur.com sitesinde yayınlanmıştır.]

     Şeyh Galip, Hüsn-ü Aşk adlı o büyük eserinde, Mevlânâ'ya âit olan mısrâları kullandığında ya da 'esinlendiğinde', - herhalde itiraz edenler olmuş ki- şu meşhûr beytiyle açıklar durumu: "Esrârımı Mesnevî’den aldım/çaldımsa da mîrî malı çaldım." der. Şüphesiz, haklı bir müdâfaadır bu -müdâfaa için yazılmışsa elbette. Neden: Mesnevî ve onun ayarındaki büyük sanat eserleri, mîrî malı mesâbesindedir de ondan. Herkes kullanabilir; hattâ faydalanmak mecbûriyetindedir... Tabii ki bu türden 'çalma'ların, İzafi'nin bu sayısının kapak konusu olan "Kitap Çalma"yla alâkası yok; en azından, doğrudan yok. Dolaylı olanını açıklayacağım.
     Can Yücel'e atfedilen bir söz vardır: İki şey çalmak günah değildir: Ekmek ve kitap. Bunun kaynağını bulamadım. Bilmem ki, kitap "kamulaştıranlar" bu "fetvâ"ya mı dayanırlar? Belki de Lenin'in "Kitap ve çiçek hırsızları hırsız değildir" hükmünü esas alıyorlardır... Netice itibâriyle, kılıfları hazırdır. (Tabii, muhakkak bu işi felsefî zemine oturtacak diye bir şart yok. Keyfe keder de yapılabilir. (Hattâ belki de spor olsun diye...)
     Harry Potter, ünlü kitap hırsızlarındandır. Girmenin yasak olduğu okul kütüphânesine görünmezlik peleriniyle sızar ve kitaba (bilgiye) ulaşır. Burada bir fark var ama: Potter ve arkadaşlarının (o ünlü "üçlü çete"nin) derdi, bizatihi kitabı mülk edinip, şömine üstüne süs yapmak değildir; içerisindeki bilgiye ulaşmaktır. Sonra yine o lânet olası kilitli kütüphâneye koyacaklardır... Bu anlamda, bilgiyi saklamanın suç olduğu düşüncesi geliyor aklıma. Kişisel düşüncem bu yani. Buna erişmenin yollarını da -ne tür olursa olsun- mübah görebilirim sanırım. Zaten bilgiye âşık birisini nasıl engelleyebilirsiniz ki? Umberto Eco'nun o meşhur ve harika romanı "Gülün Adı", bu yönüyle de okunmalı...

Çalma Eylemine ‘Dikiz Edelim’

     Argoda, çalmak fiiliyle ilgili epey kelime var: Anaforlmak, ceplemek, cımbızlamak, çarpmak, elado etmek, hasıra sarmak, iç etmek, kaftelemek, söküz etmek, tufalamak, yürütmek... gibi. Bunlar, kitap çalmak için de kullanılabilir elbette ama bu eylem için hassaten şunlar kullanılır: Deve yapmak, gelberi etmek, hacılamak, egavlamak, kalk gidelim yapmak, kamulaştırmak, kanatlandırmak... gibi. ("Büyük Argo Sözlüğü", Hulki AKTUNÇ, YKY, 6. baskı, 2008)

Kırk Yıllık Sirke  

     Bir Arap atasözü şöyle der: Kitabı emânet veren büyük deli, geri getirense en büyük deli... Ne kadar da doğru.
     Kitap çalmak, deyince akla evvel emirde, bir kitabı kitapçıdan ya da kütüphâneden 'indiragandi yapmak'tır. Artık bu, koyna sokularak mı, çantaya atılarak mı, etek-altı edilerek mi yapılır, onu erbâbı bilir. Bununla birlikte, çalmanın çeşitleri de mevcuttur. Misal, bir arkadaşın kitaplığından yürütülen kitaplar... Hayır, kitaplarımı hacılayan arkadaşlarımı ilân edecek değilim. Yalnızca, çalmanın bu çeşidinin de olduğunu hatırlatmak istedim. Hem benim kitaplarım, şimdi yazacağım bir başka hırsızlık 'metodu' ile uçuruldular kitaplığımdan: Ödünç (ç)alındılar!...
     Evet, bir başka çalma çeşidi de, okunduktan sonra geri verileceği şartıyla ödünç alınan, fakat asla verilmeyen kitaplardır. Bendenizin bu durumdan ne kadar muzdarip olduğunu hesap edin: Bir ara, "İzinsiz Almayın" kaşesi yaptırıp, kitaplarımın ilk sayfasına vururdum... Hattâ işi abartıp, mukavele karşılığında kitap vermeyi denedim. Baktım, dostlar arasındaki muhabbete zarar veriyor, bu ticârî usulü de terk ederek, benden kitap istemeye yeltenenlere, şahsım adına zaferle neticelenen şu temel prensibi benimsedim: Yok bende kitap mitap!... Evet, Nemrutluk yaptığım farkındayım ama peşlerinde ömrümü 'hebâ ettiğim' ve neredeyse canımdan aziz bildiğim kitaplarımı, başka türlü koruyamayacaktım... Canım, hem zâten Nasreddin Hoca bizi îkaz etmemiş miydi şu hikmetiyle (fıkra deyip geçmeyiniz, hikmetinden ibret alınız): Komşusu bir gün Nasreddin Hoca'nın kapısını çalar ve "Hocam, sende kırk yıllık sirke bulunur mu?" diye sual eder. Hocamız da "Var." deyince, komşusu olacak adam, bir tas ister. Hoca Nasreddin vermez elbette: "Her isteyene verecek olsaydım, hiç kırık yıllık sirkem olur muydu?"
     (Not: "Korsan" baskıları, çalma kategorileri arasında belirtmeye bilmem gerek var mı? Kimsenin bu hususta şüphesi olmadığını zannediyorum.)  

Yazarların Kitap Çalmak Hususunda Söyledikleri

     Şükran ÇİFTÇİ de, 30 Ağustos 2009'da, Yeni Şafak'ta "Kitap Çalmak Câiz mi?" başlıklı bir haber yayımladı. Girişinde "Hırsızlığın her türlüsü kul hakkını ihlâldir eyvallah. Peki ya cebinde harçlığı olmayan ama vitrindeki kitaplar için yanıp tutuşan öğrenci ne yapsın? Elbette çalmasın ama ya o kişi bir gün yazar olacaksa?" diye sordu. İlginç ve düşünülmesi gereken bir soru değil mi: "ya o kişi bir gün yazar olacaksa?"

     O haberde de, yazarların ifâdelerine yer verilmişti:
     Râsim ÖZDENÖREN: "Kitap pahalı da olsa çalmaya göz yummak doğru değil. Hele de kendi kitaplarını epeyce çaldırmış biri olarak kitapçılardan da, kendi kitaplığımdan da kitap çalınmasını hiç affetmiyorum. İnsanlar kitap okuyacaksa çalmaya değil, parayla almaya çalışsın."

     Enis BATUR: "1990'lı yıllarda YKY' den pahalı bir kitabım çıkmıştı. Yolda bir bayan okuyucu beni durdurup o kitabımın fuarda olup olmayacağını sordu, ben de galiba var, dedim. Bayan rahat tavırlarla : 'Ha iyi o zaman ben de oradan çalarım' dedi ve yanımdan uzaklaştı. Açıkçası bu durum hoşuma gitmişti. Okumak için başka yolu yoksa bence kitap çalınabilir."

     Müge İPLİKÇİ:  "Biz üniversitede okurken İngilizce kitapların fiyatları çok pahalıydı, kütüphâneler imdadımıza yetişirdi. Konsolosluk kütüphâneleri bu anlamda vaha gibiydi, üye olur, yeni kitapları takip edebilirdik. Bir seferinde üzerimdeki kitabı bir gün(sadece bir gündü, çok net hatırlıyorum) geciktirmiştim. Görevli kadın beni bir güzel fırçaladı. Üstüne epey miktar da gecikme parası istedi. Öğrenciyiz, züğürdüz, dağınığız; gel de anlat... Parayı ödedim ama kafam da attı. O başka işlerle uğraşırken kitabı bıraktığım rafın üzerinden tutup çantama attım kameralara baka baka. Çıkarken kimse bir şey demedi. Ya kameralar kapalıydı ya da görmezden geldiler! Kitapla kurduğum en cesur ilişkilerimden biridir."
     Doğan Hızlan'ın 1993 yılında yazdığı bir yazı vardır. Adı, "Kitap Çalmak":
     "Türkiye Yayıncılar Birliği'nin yaptığı bir anket, şüpheci ruhuma su serpti. Kitap çalma oranı, yüzde bir ile yüzde beş arasında gidip geliyor. Araştırma, gene beni bir ikilem içinde bırakmadı değil. Acaba kitap meraklıları gerçekten hırsızlık yapmayacak kadar dürüst mü, yoksa ona çalınacak bir değer izâfe etmiyor mu?
     "Şimdi bu yorumum da yanlış anlaşılabilir. Kimseyi kitap hırsızlığına teşvik etmiyorum. İnsana, emeğe saygı duyan biri bu gayri insanî tavrı destekleyebilir mi? Korsanlık ve hırsızlık, kitap kavramıyla bağdaşmayan iki kavram. Üstelik kitaplar, bunlar olmasın diye yazılırken... (Doğan Hızlan, "Eleği Duvardan İndirelim", Dünya Kitapları, 2005. -Hızlan, aynı denemesini, daha sonra yayımlanacak olan "Çalıntı Kitap Deposu" eserine de aldı.)

     Sema ASLAN'ın, ilk baskısı 2009'da çıkan (Doğan Kitap) güzel bir çalışması var: "Benim Kitapların". Kitapseverle yaptığı söyleşileri içeren bu kitabın alt başlığı, "30 İsim 30 Kütüphâne" Oradan seçtiklerimi naklediyorum:
     "Kitap çaldığınız oldu mu hiç?"
     Enis BATUR: "Gençken bir iki kere kalkıştım, hattâ bir seferinde epey niyetlendim. O zamanlar böyle manyetik bantlar yoktu, el çabukluğu mârifet gerektirirdi kitap çalmak; ama kitapçıların yine de kendilerine göre önlemleri vardı. Meselâ ayna düzenekleri... Hiç unutmuyorum, Rilke'nin bütün şiirleri, beş ciltlik gayet şık bir baskıyla yayımlanmıştı, çok da pahalıydı. Onu ceketimin içine koyup götüreceğim. Raftan çektim, ceketimin içine koydum... O sırada gözüm aynaya takıldı ve adamın beni gördüğünü gördüm. Kitabı çıkarıp yerine koydum. Adam yanıma geldi ama bir şey söylemeden uzaklaştı tekrar. Kitabevinden çıktım ve bir daha da oraya hiç dönmedim. Buna karşılık epey kitabım çalındı zaman içinde. Çünkü benim kütüphânem yıllar boyu açık kalmış bir kütüphâbedir. Ben insanlara kitap veririm, iş yerlerine bol miktarda götürürüm; ya da bana gönderilmiş kitaplar vardır... Onların sık sık kanatlandığına şâhit oldum..."     (Enis Batur, "Kediler Kitaplara Bakabilir" kitabındaki "Ex-Libris: Kitapların Savaşı Üzerine Uzun Hava" adlı denemesinde, şöyle açıklar bu 'durumu':
     "Kitap çaldım mı? Çaldım. 1974 güzünde, Palais-Royal yakınlarında bir kitapçıdan Rilke'nin Düzyazı Eserleri'ni kaldırıyordum ki, görüldüğümü gördüm görüldüğüm aynadan. Yakalanmadım tabiî ve oturup 'Ayna'yı yazdım. Yıllar sonra, bir '....' benim 'Ayna'yı çaldığımı îmâ etmeye kalkıştı. Benim kitap çalmaktan korkmayı öğrenmemi sağlayan aynayı çalmam için o '....' gibi '....' olmam gerekirdi oysa. Ne yaparsınız ki değildim, sohbet kurmadım.")

     Komet: "Kitap vermem ama bulursam kitap çalarım! ... Artık dükkânlardan çalmıyorum! Ödünç kitap alıp iâde etmediğim oluyor ama. Eşimin annesinden aldığım kitapları geri vermedim meselâ... Hırsızlık kötü bir şey değil ama benim kitaplarımı almasınlar!"
     Orhan PAMUK: "(Benden kitap ödünç alan) o insanlar, benim de bir zamanlar yaptığım gibi, asla o kitapları geri getirmeyeceklerdir; (ama) ben babamın kütüphânesini kolayca yağmaladığım için, başkalarının kütüphânesini yağmalamadım."
     Selim İLERİ: "Kitap ödünç vermem ama ödünç alırım ve çok iâde ederim. Evet, itiraf ediyorum. ... O kitap bende bulunsun istiyorum ve o duyguyla alıyorum. Karşı taraf onu 'ödünç' verdiğini zannediyor.     (Selim İLERİ, eniştesinin kitaplığından kitap 'aşırdığını' birkaç kez yazdı. Unutamadığı, Tanpınar'ın "Yaz Yağmuru" eseriydi. 5 Mart 2010'da, Radikal Kitap'taki "Bir Kitap Kapağı" köşesinde yayımladığı "Bergson'un İzinde" yazısında, bu vakasına az da olsa temas etti:
     "Ahmet Hamdi Tanpınar, eniştemin kitaplığından ödünç aldığım ve bir daha geri vermediğim Yaz Yağmuru’yla beni büyülemişti. Bir-iki yıl sonra Tahir Alangu’nun yabana atılamayacak yorumunu okumuş, önce Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü, sonra Huzur’u, Remzi Kitabevi basımlarından, tozlu halde edinmiştim. Yıllarca okursuz kalmış kitaplar...")

Kitap Çalanların Dilinden

     "Kitap Postası" dergisi, bundan tam altı yıl önce; Şubat 2006 târihli 11. sayısında, "Kitap Yürütmek Câiz mi?" kapağıyla çıkmıştı. Yazarlara ve kitap çalanlara sorular yineltmişlerdi. Oradan, seçerek naklediyorum:

     Prof. Dr. Hayreddin KARAMAN: "Çalmak, hırsızlık yapmak dinimizde haram, geleneğimizde ayıptır, büyük bir yüzkarasıdır. Çalma/hırsızlık fiilinin ayıplık ve günahlığı, çalmaya konu olan şeye göre değişir mi? Meselâ kitap çalmak bazı durumlarda veya genel olarak helâl/câiz olabilir mi? Bütün durumlarda câiz olduğunu söylemek asla mümkün değildir. Kitaba sahip olan bundan yararlanıyorsa veya isteyeni yararlandırıyorsa, onun kitabı çalınamaz. Kitap piyasada bulunuyor veya kiralanıyorsa, ona ihtiyacı olanın da satın almaya veya kiralamaya gücü yetiyorsa, kitap yine çalınamaz; çalınırsa günah ve suç işlenmiş olur. Ama birinde bir kitap olsa, sahibinin ona ihtiyacı olmasa, başka birinin de öğrenmek ve öğretmek için o kitaba ihtiyacı bulunsa, meşru yollardan da kitaba ulaşmak mümkün olmasa; bu şartlar oluştuğunda, o kitabı çalmak, yararlanmak ve işi bitince iâde etmek câiz olur mu? Bu sorunun cevabı 'zaruret hâli' çerçevesinde verilmelidir. Biz biliyoruz ki, zarurete düşen, ihtiyacını temin edemediği takdirde hayâtî tehlike içine girecek olan kimse -başka çâre bulunmadığında- muhtaç olduğu şeyi, ihtiyacı ölçüsünde gasp ederek veya çalarak elde edip, ihtiyacını giderebilir. Eğer kitaba olan ihtiyaç da zaruret derecesinde ise (yâni ona ulaşılmadığı takdirde, fer veya topluluk, önemli bir eksiklik içine düşecekse) bu takdirde o kitabın bir şekilde elde edilmesi, işi bitince iâde edilmek şartıyla câiz olur."
 
     Ahmet Kekeç: "Çalan arkadaşlarım vardı tabii. Sultanahmet'ten (fuardan) çalarlardı genellikle. Sonra da bir güzel anlatırlardı. Ancak bu işi, okumak için değil de, ticâretini yapmak için yaparlardı. Anlayacağın tam hırsızlık... Okumak için yapsalar bir parça anlayacağım (onun da savunulacak bir tarafı yok ya). ... Ben şimdiye kadar hep parasını ödeyip, kitap sahibi oldum.
["Çalacaksan Kitap(ma)", başlıklı yazıdaki soruşturmalardan. Yazan ve soran: Salih KILINÇ]

     Şimdi de -yine aynı dergiden-, kitap çalanları dinleyelim:
    
Faruk YÜCEL (Gazeteci)
     -Şimdiye kadar kitapçıdan veya kütüphanelerden kitap çaldınız mı?
     -Evet çaldım. Hattâ çok defa yaptım bunu öğrencilik yıllarımda. bazen çaldığım kütüphaneye salt zarar vermeyi düşündüm. Bu, çocukça bir düşünceydi. Bazen çaldığım kitabı başkaları okumasın diye düşünerek hareket ettim; ama en çok, babam mı az harçlık veriyor, kitap mı çok pahalı ikilemi arasında bocaladığım yıllarda kendi yararımı kollayarak yaptım. Hâlâ kütüphânemin en değerli eserleri bu kitaplardır. Şimdi tekrar düşününce iyi kitaplar seçmişim diyorum.
     -Bunu nasıl gerçekleştirdiniz? Bir yönteminiz var mı?
     -Kitaplar çok korunaklı değillerdi zaten. Çantama atıp çıkıyorum dışarı. Zaten benim çaldığım kitaplar büyük kitapçılardaki popüler kitaplar falan değil. ...
     -Bu yaptığınız şey sizce câiz mi?
     -Bunu düşünmedim hiç; ... önemsemedim yani. ... Bir tepsi baklavaya verilen ceza 100 sayfalık bir kitap için de verilir mi, diye korkup telâşlanmaktan fırsat da bulamadım desem yalan olmaz. Câiz olma hâli daha âdil olarak kabul ettiğimiz bir mercii ile alâkalı bir terim olduğundan, nasılsa uygun bahanelerim var, yırtarız dedim.
     -Hangi durumlarda câiz olabilir ya da olabilir mi?
     -Bu soruyu din adamlarına sormadım hiç. Bir fikrim yok; ama ... kitapların etiketlerini gördükçe, uslanmaz bir hırsız olarak kalacağım kesin. Ne diyeyim, Allah affetsin.
    
     Ekber N. NECEF (Araştırmacı-Yazar)
     -Şimdiye kadar kitapçıdan veya kütüphanelerden kitap çaldınız mı ya da kibarca (söylersek), izinsiz kitap aldınız mı?
     -Evet, çaldım. Sizin kibar deyiminizle, izinsiz kitap aldım. Çalmak eğer izinsiz almaksa tabii. Çaldım ve yakalandım. Ömr-ü hayatımda ilk ve tek hırsızlık girişimimdir...
     -Bunu nasıl gerçekleştirdiniz? Bir yönteminiz var mı?
     -Kitabı kütüphânenin rafından indirdim ve ceketimin altına gizlemeye çalıştım ama yakalandım. Burası Eski Sovyet ünlü kütüphânelerinden biriydi ve çalmak istediğim kitap benim için çok değerliydi. Mahkemeye verildim. Yargılandım. Sanırım zeki olduğum için ceza almadım. Zira o dönemde Sovyet ideolojisinin avantajlarını kullanıp, savunmamda, Sovyetler Birliği kurucusu Lenin'in bir sözünü kullanmıştım: 'Kitap ve çiçek hırsızları hırsız değildir. Mahkeme beni cezalandırmadı; aksine, güzel savunmamdan dolayı, çaldığım kitabı bana hediye ederek ödüllendirdi. Sanırım Sovyetler, kendi kurucularının bu sözünden habersizdi.
     -Bu yaptığınız sizce câiz mi?
     -O zaman bana câiz gelmişti. ... Ama şimdi olanaklar fazla. ... Kitabı size olduğu gibi hazırlayıp veren fotokopiciler var ve başka yöntemler. Yâni paranız varsa, çalmak gibi güç bir meşakkate katlanmak gerekmez.
     -Hangi durumlarda câiz olabilir ya da olabilir mi?
     -Paranız yoksa ve sıkıntı içindeyseniz, temel gereksinimler anlamında bence birçok şeyi çalmak câizdir. Özellikse, söz konusu kitap ise... Neden çalmayasınız ki? ... Bilginin hırsızlığını yapıyorsunuz. Bunu yüzyıllardır yapıyoruz zaten. ... Hırsızdan önce, kitapçılığı çıkar hâline getiren ve yazarların hakkını yemeyi yasallaştıran yayınevleri ve kitaptan vergi alan devlet, daha fazla suçludur. En büyük hırsız onlar. Onların hırsızlığının yasal bir ortamda sürmesi câiz olduğu anlamına gelir mi? (Ekber N. Necef’in bu söylediği Gandhi’nin şu sözünü hatırlattı: "Sattığı mala aşırı fiyat koyan adam hırsız değil de nedir?")

     -Pişman mısınız? Yine yapar mısınız?
     -Pişman olmak mı? Neden ve niçin? Zira bu anlattığım hırsızlık vakası, benim en gurur duyduğum olaydır ve çevremdekilere en büyük kahramanlık destanı olarak anlatırım. Yine yapar mıyım? Sanırım yapmam, çünkü eskisi kadar kendimi c esur hissetmiyorum...
[Konuşan: Melike IŞIKLAR. "Hâlâ Tövbe Etmeyenlerle" konuştuk]

     Bunlar da, kitap hacılayıp tövbe edenler (Özetleyerek hikâyeleştiriyorum):

     Ebubekir KURBAN: 80'lerin sonlarında, Sultanahmett'teki dînî yayınlar fuarından on tane kitap alıyor. Bir müşterinin görüp ihbar etmesiyle yakalanıyor. Çete olduğunu iddia eden polislere, öyle olmadığını söylüyor. Herhalde kurtarcı bir parola olacak ki, ülkücü olduğunu da beyan ediyor. Nitekim bırakılıyor. Camii avlusuna gidip oturuyor E. Kurban, bir müddet sonra arkadaşı geliyor yanına. Polisler de arkasından. Meğer, çete mi değil mi diye takip ediliyormuş. Geceyi karakolda geçiriyor. Kendisine kefil olacak birisini istiyorlar; o da, karakolun yanındaki camiinin imamını fefil gösteriyor. Nitekim imam Mahmyt Efendi gelip, karakoldan çıkarıyor bu kitap sirkatçisini.
 
     Muhammed ÇELİK: Bu "hacı" ise, kitap çalmadığını, "kamulaştırdığını" söylüyor. Sadece altı kitap okumuşken bir saha girer ve gelenlerin kitap hakkındaki bilgilerine imrenerek okumaya başlar. Gel zaman git zaman, "bibliyoman" olur çıkar... Aylığını kitaplara gömmeye başlar. Sahaftan ayrılır bir gün, tabii sıkıntı da başlar. Nihayetinde kitap da akçeli işlerdendir. İlk "deve yapma" icraatına da bu sebeple başlar. Gerisi de, şu 'hikmet' fehvâsınca gelir: "Arapların bir sözü vardır: 'Bir söz bir kez olmuşsa, ikinciye de olabilir. İkince kez olmuşsa, üçüncüsü zaten olacaktır.' "  Artık kitaplar, kitapçı raflarından bu arkadaşın paltosunun altına 'gizlenmek' mârifetiyle temelli göç etmeye başlamışlar... Profesyonel biriyle karşı karşıyayız. "Kamulaştırma" yapmak isteyenlere tavsiyeleri var bu 'üstâdın':
     1) Dostların kütüphânelerinden kamulaştırmayacaksın.
     2) Kamulaştırdıklarını okuduktan sonra, dostlarına dağıtacaksın.
     3) Kamulaştırma kavramının anlamı da budur zaten: Halka mâl etme.
     4) Kamulaştırdığın kitaplardan kütüphâne yapmaya kalkmayacaksın. Bereketi olmuyor çünkü.
     5) Yer tezgâhlarından, küçük dükkânlardan kamulaştırmayacaksın.
     6) Yapabiliyorsan, büyük yayınevlerine âit kameralı, alârmlı kitap mağazalarından kamulaştıracaksın.
     7) Sıkıyorsa.
     Muhammed Çelik'in naklettiği şu vaka ilginç: Vaktiye bir İlâhiyat talebesi, dînî kitap fuarında, çok kaliteli bir basım Kur'ân-ı Kerim görmüş; fakat o da ne: Fiyatı, bir senelik harçlığı nisbetinde! Mahzun, boynunu bükmüş. O esnâda yanına 'Hızır' gibi biri gelmiş. Yok, ak sakallı, ona o kitabı verecek olan bir 'Hızır' değil bu; basbayağı kitap hırsızı. Oğlanın gözünün önünde alelacele bir torba açmıi ve on altı ciltlik Kur'ân tefsîrini indirip gitmiş... Bu zavallı şaşkın bir vaziyette, elindeki kitabı evirip çevirmekte berdevam hâldeymiş. Birkaç dakika sonra az önceki adam yine gelmiş. Az önceki gibi torbayı açmış ve bu sefer de bir takım hadis kitabını (bilmem kaç cilt Riyâz-üs Sâlihîn) içine atmış. Giderken de, İlâhiyat talebesibe şu vecîzesini hediye etmiş: "Müslüman cesur olmalı hocam."
     Kitap hacılamayı ise, TÜYAP'ta, hiç önemsemediği, toy deyip geçtiği satıcı kızlara yakalanmasıyla bırakır. Acemi tezgâhtarlara yakalanmak, bu ustaya dokunacaktır hâliyle. Kitap çalma eylemini felsefî bahanelere sığdırmayan, sadece parası olmadığı ve kitap okumak istediği için bu işi yapan Muhammed Çelik'in jübilesi, başka nasıl olabilirdiki zaten?

     Zeki BULDUK: Kitap çalmak bir erdem değildir, diyor; diyor demesine de, bunu, kitap çalma işlerinin verdiği tecrübeyle söylüyor. Şu sözü de: "Çalınan her kitap evlâtlık alınan bir çocuk değil, köle edilen bir Yusuf'tur."

 Ertuğrul Özkök’ün İtirafı
     Ertuğrul ÖZKÖK, konuyla alâkalı bir yazı yazdı 25 Ocak 2009'da, Hürriyet'teki köşesinde: "Hırsızlığım Kanıtlandı" Yazıdan küçük bir bölüm:
     "GEÇEN pazar günü, fakülteden arkadaşım Canan Tangün aradı. 'İstanbul'daki evin kütüphânesini düzeltiyordum. Sana ait iki kitaba rastladım. Maalesef içinden Arzu Okay'ın fotoğrafı çıkmadı' dedi ve devam etti: 'Kitapları sana göndereceğim. Ama sen de başkasına göndermek zorunda kalabilirsin.' 'Niye, kitaplar benim değil mi?' dedim. 'Üzerine adını yazmışsın, ama galiba sen de kitapları bir kütüphâneden çalmışsın.'
* * *
     Öğleden sonra kitapları getirdi. Biri, Şerif Mardin'in 'Jön Türklerin Siyasi Fikirleri' kitabıydı. İş Bankası Yayınları'ndan 1964 yılında çıkmış. Öteki ise Cevat Fehmi Başkut'un 'Gazetecilik Dersleri' kitabıydı. İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Enstitüsü tarafından 1967 yılında yayınlanmış. Kitapların ilk sayfalarında, bir kütüphâneye ait olduğunu gösteren damgalar var. Suç delilini karartmak için, üzerlerini karalamış ve bir de utanmadan üzerine adını yazmışım. O zamanlar aramızda, 'Kitap çalmak sevaptır' gibi bir hırsızlık bahanesi yaratmıştık. Kitapların iç sayfalarından birinde kütüphânenin damgasını buldum. 'TRT Televizyon Program Dairesi Başkanlığı Kütüphânesi' yazıyordu. 1969 yılında TRT Haber Dairesi'nde muhabir olarak çalışıyordum. Demek ki kitapları o sırada alıp üzerine yatmışım. Söz veriyorum, iki kitabı en kısa zamanda yerine iade edeceğim."
Kitap Çalan Kız

     Mehmet TEZKAN'ın, 12 Nisan 2010'da, Milliyet'teki köşesinde yer verdiği bir haber:
     "Kitap Çalan Kız"
     "Avukat Çiğdem Hanım göndermiş... Çok hoş, çok anlamlı bir yazı... Paylaşmak istedim...
*   *   *
    "Geçen gün duruşmadan çıktım, karnım da bir hayli aç! Sabah kahvaltı dahi yapmadan saati bir ettim. Yol üzerinde bir köftecinin önünden geçiyordum ki, burnuma mis gibi köfte kokuları gelmeye başladı. Âdeta yüzüme yüzüme çarpmaktaydı. Canım da ne çok köfte yemek istemiş diye geçirdim içimden. Girdim oturdum bir masaya, bir porsiyon köfte söyledim. Yanında da kızarmış patatesle, ayran söyledim. Yemeğimi afiyetle yiyip, çayımı yudumlarken çantamda taşıdığım gazeteye göz atayım dedim. Gazetenin üçüncü sayfasında ilginç bir habere takıldım kaldım. Sivas’ta genç bir kız kitapçıdan kitap çalarken yakalanmış. Kitapçı, kızı polise teslim etmiş. Haberi okur okumaz, ‘’İşte bu!’’ dedim. Birden ülkenin geleceğine dair içimde ümit doğmuştu. Kitap çalan o kız bu ülkenin kaderini değiştirecek, altüst edecekti. Buna çok inanmıştım. Ne siyasi kutuplaşma, ne yeniyle eskinin iktidar kavgası. Asıl değişimi o kızın tek kişilik ferdi bir hareketi gerçekleştirecekti.  Hukukçu biri olarak bir hırsızlık vakasını onaylamam mümkün değil ama, ben kitapçının yerinde olsam o kızı affederdim. Ya da o olay olduğu anda orda olmak isterdim. Kitabın parasını verip, olayı orada kapatmak isterdim. Avrupa’nın en az kitap okuyan insanı bizim insanımız. Böyle bir ülkede okumak için kitap çalana ceza mı verelim Allah aşkına! Yanılmıyorsam Sırrı Süreyya Önder’den işitmiştim. ‘Ekmek çalanın değil, emek çalanın cezası olmalı!’ demişti güzel insan. Ben de buna ilâveten, bu ülkede ekmek-kitap çalanın cezası olmamalı diyorum. Yıllar yılı devrim olacak da çirkefi, pisliği temizleyecek diye bekledik. Ne devrim oldu, ne de çirkef-pislik yok oldu. Her türlü değişime, gelişime ayak direyen bir sistemin kementiyle boğulup kaldık. Son zamanlarda beni ikisi etkiledi: Bir kitap çalan o kız, bir de gönlümü çalan."