5 Aralık 2012 Çarşamba

BİR “ACÂİBÜ’L -MAHLÛKÂT" GALERİSİ: ÇİN MUTFAĞI

                                        Çin mutfağının güzîde yemeklerinden...


Umarım bu yazacaklarım Türkiye ile Çin arasındaki münâsebetlere zarar vermez; ama verse de yazmaktan imtina edemeyeceğim; zîrâ burama kadar geldi! (Ki, “buram”, âdemelmam oluyor.)

     Efendim, vaka şu: Geçen hafta, yakın bir arkadaşım tarafından yemeğe dâvet edildim. “İşim var, okunacak kitaplar dağ gibi birikti.” dediysem de dinletemedim. Israr kıyâmetten zerre miskal hoşlanmadığımı biliği hâlde yalvar-yakar oldu. Neyse, ben de bir belâyı def etmek kabilinden kabul ettim. “Tamam ama üç saatten fazla zaman ayıramam” şerhini de düştüm. Anlaştık. Arkadaşımın arabasına bindik, gidiyoruz… “Boğaz’a götürüyorsun herhâlde, değil mi? Aşağısı beni kurtarmaz, bilirsin.” dedim. Yemek hususunda ne kadar seçici ve müşkülpesent olduğumu bilen arkadaşım, ilk bakışta felç geçiriyormuş zannı veren o kendine mahsus çarpık gülümsemesiyle “Hayır, Boğaz’a değil ama ondan aşağı kalır yanı olmayan bir yere götüreceğim; hattâ hiç tatmadığın lezzetler deryâsına…” dedi. Allah Allah, ben ki yılların profesyonel yemek yiyicisiyim, acaba tatmadığım bu lezzetler de ne ola? Aldı beni bir merak. “Yâhu birâder, bâri ipucu ver” dediysem de nâfile. Neyse, gidince görecektik nasılsa.

     Yolda, havadan sudan ve işlerimizden bahsedip durduk. İstanbul’un şu Allâh’ın belâsı trafiği, başka türlü geçmiyor ki… Ha, unuttum; gideceğimiz yer Taksim’deymiş. Bendeniz Yeniköy’de mûkim olduğumdan mütevellit, arkadaşım da beni Yeniköy’den aldı bittabii… Fakat birâder o ne trafik öyle! Yeniköy’den Taksim’e iki saate gidilir mi? Biz gittik vallâhi, büyük başarı! İşte konuşa konuşa geçti yol. Nihâyet Taksim’e vâsıl olduk…

     Arabayı, yemek yiyeceğimiz restoranın valesine teslim ettikten sonra, içeri girdik. Yalnız, içeri girmeden evvel ben şöyle bir kafamı kaldırıp tabelaya baktım: Çin lokantasıymış. Şimdiye kadar hiç gitmemiştim. Çin hakkında da epey câhil olduğumdan, mutfağını da bilmiyordum tabii. Bir tek, -nereden kalmışsa aklımda?-, bol bol pirinç yediklerini biliyorum. Dostuma da “Yâhu beni pilâv üstü kuru yedirmeye mi getirdin, e aşk olsun sana!” diye sitem ettim. “Acele etme, ne ziyâfetler çekeceksin bak gör” diyen dostumla, önceden ayırtmış olduğu masaya oturduk. Tabii beni aldı bir telâş. “Yahu, biz Çince bilmeyiz, nasıl anlaşacağız?” dedim. Anlaşılan saflığım üzerimdeydi. Meğer, Türkçe biliyormuş adamlar. Gerçi,  Fransızcayla İspanyolcayı mükemmelen, İngilizceyi de Shakespeare’i anlayacak kadar bilirim ama Çince denilen lisanı öğrenmek, ne yalan söyleyeyim, aklıma gelmemişti. Hayır, bir gün bir Çin lokantasına geleceğimi bilseydim azmeder öğrenirdim. 

     Dostum, Çince birkaç yemek ismi söyledi; o daha evvelden geldiği için az buçuk tanıyor yemekleri. Oturduk bekliyoruz. Restoranın içi kıpkırmızı. Sanki yatak odasındayız. Çekik gözlü garsonlar bir iki görünüyorlar. Nedense konuşan eden yok. Tahta çubukların sesi, Konya kaşık havası dinliyormuşum hissiyâtı uyandırıyor bende. “Yâhu birâder, ne tuhaf yere getirdin beni. Oturup güzel güzel kitabımı okuyacaktım.” dedim. Tamam, incelik yapmış, beni yemeğe götürmek istemiş ama bu türden yerlerden hoşlanmayacağımı biliyor. Allah vere de yemekleri güzel olsa…

     Neden sonra,  elarabasıyla geldi sipârişlerimiz. Hepsinin ağzı çelik kaplarla kapalı olduğundan, kokusundan anlayamadım ne olduklarını. Garsonlar da açmadılar. Dedim ya, bir tuhaf yer! Masayı donatıp çekildiler. Dostum, “Hadi Bismillah” deyip, masanın ortasında duran porselen tabağın çelik kapağını kaldırdı. Aman Yarabbî! Gördüğüm manzara karşısında az kaldı sekte-i kalpten ölecektim! Tabağın üzerinde akrep, solucan, karafatma, hamamböceği, ilh… Velhâsıl ne kadar börtü böcek varsa, sıraya dizilmişlerdi. “Acâibü’l – Mahlûkât” adındaki kitapta garip gurup mahlûklar, işte karşımda duruyorlar…  Zannederim şok geçirdiğimden, bir müddet kendime gelemedim. Bilmem kaç dakika sonra, normal zamanda hiç de kaba konuşmayan bendenizin ağzından şu sözler dökülüverdi: “Ulan pezevenk, sen beni öldürmeye mi çalışıyorsun?!” Tabii şimdi yatışmış bir vaziyette olduğumdan, sarf ettiğim bu gâliz küfürden ötürü sıkıntılıyım; ama yine de dostumun buna şükretmesi bile lâzım gelirdi; zîrâ o sinirle tabaktaki mahlûkâtı kafasından aşağı boca etmem işten bile değildi…

     Meğer şaka yapmışmış beyzâde! “Gecikmiş bir 1 Nisan şakası” demez mi! Şimdi ben vaktimi çaldığına mı, iki adımlık yol için trafikte çektiğim onca eziyete mi, yoksa iki lokma zıkkımlanacağım diye heves ederken, evde görünce zehirlettiğimiz haşerelerin (ve hiçbir zaman görmek istemeyeceğimiz akreplerin) yemek diye önüme sürülmesine mi sinirleyim?! Yine de insanlık bende kalsın, dedim. Kendi meşrebince âdî bir şaka yapmış çocuk, hadi daha fazla kırmamayım, düşüncesiyle sükûnetimi muhâfaza ettim. Tabii ki bu, o dostumla  uzun bir müddet görüşmeyeceğim gerçeğini değiştirmeyecek… Bu uğursuz olaydan,  güzel bir netîce de çıkardım: İnsanlığın geleceği ve huzuru için, kendimi, adına haksız yere “mutfağı” ya da “yemeği” dedikleri bu “Acâibü’l – Mahlûkât Galerisi”  Çin işkencesine karşı savaş açmakla vazifeli kılabilirdim. Nasıl mı? Tabii ki zavallı ve mâsum insanları bu fesat (mide fesadı) yerlerden uzak durmaları için uyararak… (Aman bana ne, kendileri görünce zâten yemezler. Yerlerse de kendilerinden utansınlar!..
J
)

     Yaa, işte böyle. Başıma bu da gelecekmiş…


{5 Aralık 2012 Çarşamba, 03:50}

22 Kasım 2012 Perşembe

TİYATRODA

                                           Beki L. Bahar (1927-2011). Nûr içinde yat...
   

      Şiir, makale, deneme, derleme ve anı kitaplarının yanısıra, tiyatro eserleri de olan merhume Beki L. Bahar'ın, sevdiğim şiirlerinden olan "Tiyatroda"yı paylaşmak istedim...

TİYATRODA
Kurulunca bir numaralı koltuğa
Değme keyfime karanlıkta
Yargıç kesilirim bir anda
Yargılarım ışık içinde olanları

O ooo hem de kimleri
Örneğin: Sekizinci Henri'yi
Veya Deli İbrahim'i
Bazen de kan başıma çıkar

Savcılığım ağır basar
Suçlar, suçlarım durmadan
Nasıl olur anlamam
Hızımı alamam

Makyevel'im artık tamam
Gelsin dar ağaçları, giyotinler
Daha bilmem neler neler
Korkunç!

Ne de merhametsiz olabiliyormuş
Karıncayı incitmeyen kişi
Bir koltukta bulunca kendisini...

19 Kasım 2012 Pazartesi

TÜYAP KİTAP FUARI’NDA BİR CEVELAN

                                       "Bana bu sorularla gelmeyin kardeşim!" bakışı.

     Bundan önceki, “Jennifer Lopez mi, Kitap Fuarı mı?” başlıklı derin varoluşsal yazımda (Bkz: http://orcunucer.blogspot.com/2012/11/jeniffer-lopez-mi-kitap-fuari-mi.html) , yaşadığım gerilimli ikilemden söz etmiştim: Ya, arkadaşımın davetlisi olarak Lopez nam hâtunun konserine gidecek, yahut da dünyanın en sıkıcı işi olan Kitap Fuarı’nı tercih edecektim. Nitekim, o yazımdan da anlaşabileceği üzere, ikincisinde karar kıldım. Sonuç: Sabahın 10’undan akşamın 8’ine kadar ırzına tasallut edilmiş ayaklarımın isyan bayraklarını çekmesi ve beni evime (ben-i ev! J) dar atması oldu. Nasıl yorulduğum şurdan (Bkz: Link veremeyeceğim) hesap edilsin ki, akşamın 10’undan, sabahın altısına kadar deliksiz  bir uyku çektim. Şu satırları yazdığım (09:20) saate kadar da, sporumu ve kahvaltımı yapıp, gazetelerin manşetlerine göz gezdirdim. Heyecanla, CNN Türk’te, Yalım Eralp’in yolunu gözetmekteyim. Sabık sefir-i kebirimizin (siz Türkler nası diyoğr; “Büyükelçi”?) dünya gündemine dâir yorumlarını dinlemeden katiyyen huzur bulamoorum… Seviliyorsun “Monşeğhr”.  (Yalnız, Beyefendi’nin papyonuna hasta olduğum gerçeğini şerh düşmeden edemiyeceğim…)
     Bu güncemin başlığı, mâlûm olduğu üzere, Hâce-î evvel nam muharririmiz merhum Ahmed Midhat Efendi’nin o meşhur “Avrupa’da Bir Cevelan”eserinden mülhemdir. Elbette, bendenizin bu cevelanı (dolaşması, gezisi), Efendi’ninki kadar geniş hudutlu değil; mâmâfih, ondan daha az heyecanlı da değil! Hatta belki de daha maceralı. Nasıl olmasın: Beş adımda bir ayağıza basılacak, incelemek istediğiniz kitaba ulaşmanız, Prometheus’un tanrılardan ateşi çalmasından daha zor olacak, sevdiğiniz yazara imzalatmak niyetiyle evden getirdiğiniz kitaplarınız, yayınevi sahibi ya da çalışanlarınca, ödeme yapılması için kasaya yönlendirilmek istenecek; evden getirdiğinizi söylediğinizde de ‘İnanmadım ama hadi öyle olsun’ bakışlarına maruz kalacak, seviğiniz yazar –Allah muhafaza- popüler ve/veya çok okunan bir yazarsa, onunla iki kelâm edebilmek için kuyrukta saatlerinizi harcayacak;  sağ olsunlar, büyük yayınevlerinin iki salonda birden imza günleri düzenlemesi nedeniyle, yüzlerce insanın kucağında kabir genişliğindeki koridorlardan geçeceksiniz  –üstelik, bu koridorlardan birini mesken tutmuş olan uzakdoğulu bir abinin, her geçişinizde elinize tutuşturduğu kişisel gelişim broşürünü, bu sefer hangi yayınevinin tezgâhına bırakacağınızı dert etmeniz de cabası-… Neyse, bu kadarı kâfi. Gitmek isteyenleri olumsuz etkilemek istemem doğrusu… (Öyle bir niyetim olsaydı, şehirlerarası mesabesindeki/mesafesindeki yolculuğu da söylerdim.)
     Tabii bunlar işin şakası; yahut da, ulaşılacak güzelliklere giden yoldaki tatlı engeller. Peki, nedir o güzellikler? Elbette, sevdiğiniz sanatçılarla sohbet edebilme olanağı. Şahsen dünkü Fuar ziyaretimde, bu hususta epey istifade ettim: Gider gitmez, Hilmi Yavuz Hoca’nın “Avrupa’nın Zihin Tarihi” başlıklı sohbetine katıldım. Ardından da imza saati geldiği için, Timaş Yayınları’nın standına gittim. Hoca’yla öpüşüp, zamanın elverdiğince bir iki kelâm ettik. Hoca, benim Facebook dışında da bir hayatım olduğunu görünce epey şaşırdı doğrusu. J

     Ardından, çok sevgili arkadaşımla birlikte, İnci Aral’ın yanına gittik. İnci Hanım’la önceki fuarlardan ve Selim İleri’nin davetlisi olarak gittiğimiz, İleri’nin aldığı Aydın Doğan Öykü Ödülü  (2012) töreninin yapıldığı Hilton’dan tanışıyorduk zaten. Zarif eşi Ali Bey de oradaydı. Ali Bey, tıp fakültesi son sınıfta okuyan arkadaşımın meslektaşıydı aynı zamanda…

     Sevdiğim yazar Sevinç Çokum’la ilk kez bu fuarda tanıştım. Onun, ilk çıktığı yıl okuduğum ve sevdiğim romanı “Tren Burdan Geçmiyor” üzerine nicedir yazmak istiyordum. Tembellik yapmayıp yazmalıyım…
     Çok sevdiğim şair ve yazar (aynı zamanda da tıp profesörü) Hüsrev Hatemi’yi uzun bir aradan sonra görmek büyük mutluluktu. Emekli olmadan evvel, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’ndeki odasında az sohbetlerimiz olmayan Hoca’yla, diyebilirim ki, hasret giderdim. Bir sürprizle de karşılaştım: Hoca’nın “İl, Dil, Din Üzerine” adını verdiği kitabı yayımlanmıştı. Sağ olsunlar, beni mahcup etme pahasına, imzalayıp hediye etme lûtfunda bulundular.

     Muazzez İlmiye Çığ ile maalesef çok fazla konuşamadık. Hanımefendi’nin başı çok kalabalıktı, yormak istemedik.

     “Bazen Hayat” kitabında topladığı öykülerini severek okuduğum Sine Ergün’le kısa ama güzel bir sohbetimiz oldu. Okumadığım bir kitabı yazarına imzalatmak âdetim değildir ama yakın zamanda hemen okuyacağım için “Burası Tekin Değil” kitabını da imzalattım. Güzel öyküler beni bekliyor…

     Sahaf seksiyonunu elbette gezdim. Yakın zamanda biten Beyoğlu Sahaf Festivali’ne katılanların bir kısmını orada da gördüm. Ayrıca, Emin Nedret İşli Bey’in standında, Derya Tulga Bey’le karşılaştım. Sohbetimizde, Derya Bey’in sevgili kedisi Aşil’le benim sevgili kedim Ester’i baş-göz etme niyetimizde bir mutabakata varamadık. 
J  Orada, üstâd-ı âzam Doğan Hızlan’ı da gördüm. Merhabalaşıp ayrıldım; sıkmak istemedim. Ama herkes benim kadar düşünceli değildi tabi. Âdeta pop star muamelesi yapıldı Cumhurbaşkanımıza: Ben diğer salona geçerken, fotoğraf çekilmek isteyenler mini bir kuyruk oluşturmaya başlamışlardı!  J

     Buket Uzuner’le olan sohbetimiz, hâl hatır sormaktan ibaretti; kısıtlı zamandan ötürü, fazlası mümkün değildi zaten. Buket Hanım’ın içten gülümsemesi ve gülen bakışları, kısa da olsa zevkli kıldı konuşmamızı…

     Gelelim en sıcak sohbete: Münib Engin Noyan abimle, yarım saatlik has muhabettimiz… Engin Abi’nin sohbetini nasıl özlediysem, doyamadım. Bu yarım saate; üzerinde çalıştığı ve yalnız bana söylediğini söylediği için burada açıklayamayacağım bir çalışmasını, eskiden birlikte çalıştıkları Attilâ İlhan ve Sanat Olayı dergisini, akrabası ve edebiyatımızın en güçlü kalemi Refik Hâlid Karay’ı, elbette ve illâki Muhammed Esed’i sığdırdık. Engin Abi’nin yetişmesi gerektiği bir nikâh olduğundan, yakın zamanda görüşmek üzere vedalaştık…

     Bir şey unutmadıysam, benim dünkü Fuar günlüğüm bu kadar. Aldığım kitapları ve dönüş yolunda çektiğim çileleri yazacak değilim; zira, bunca güzelliğin üzerine hiç çekilmez…

     Ooo,  Yalım Eralp üstâdımız (nâm-ı diğer Mr. Papyon) konuşmaya başlamış. Hadi ben kaçtım…

                                                                                                                                              19.11.12 Pazartesi



(Fuar'da çılgınlar gibi eğlenebilirsiniz. :) )

17 Kasım 2012 Cumartesi

JENNİFER LOPEZ Mİ KİTAP FUARI MI?





     Arkadaşım tarafından Jeniffer Lopez konserine davet edildim ama maalesef reddetmek mecburiyetinde kaldım. Çünkü ey ahali, bu cumartesi (17 Kasım 12) TÜYAP Kitap Fuarı (aslında İstanbul Kitap Fuarı’dır onun adı ya, neyse.) başlıyordu ve ben kendime fena hâlde acı çektirmek istediğimden, mezkur fuara gitmeyi tercih ettim… Evet, şaşkınlıktan ağzınız beş karış açıldı (o ne ağızmış ‘bilader’) farkındayım ama durum bundan ibaret.
    
    
Evet, nedense, kitap fuarında sıkılmayı düşünüyorum. Şu sıralar acı çekmeye ihtiyacım var. Sevgilim fena hâlde canımı sıkıyor zaten ama hayat da sıkıyor. (Şu “fena hâlde”yi iki kez kullanmışım. Al işte buna da kıl oldum, iyi mi!) Galiba aşk acısı her şeyi berbat görmemi ‘sağlıyor’. Kitap bile okuyamıyorum örneğin! Evet, kıyamet alâmeti gibi bir şey ama öyle… Televizyon seyretmeyi zaten sevmem ama şu sıralar afedersiniz malak gibi koltuğa yayılıp mal gibi televizyona bakmak istiyorum. Nitekim yaptım da... Aradan yarım saat geçince annemin ikazıyla kendime geldim: “Oğlum ne demeye kapalı televizyona bakıyorsun, açsana!” Aaa, bir de açılıyor muydu bu? Anlaşılan mallıkta çıtayı epey yükseltmiş, doktora seviyesine gelmişim…
    
    
Neyse efendim, annemin ‘Ne olacak bu çocuğun hâli’ diye tercüme edebileceğim kaygı sağanağı bakışlarını görmezlikten gelip kumandaya davrandım. Başladım safariye. Anacığım nereye başlıyorsun, cezbeden hiçbir şey yok ki! Yıllar önce romanını okumaya niyetlendiğim ama sıkıcı konusundan ve daha da mühimi edebi olmayan dilinden ötürü elli sayfadan ötesine tahammül edemediğim “Huzur Sokağı”nın dizisini çekmişler. Hadi ona da beş dakika şans vereyim dedim. Yok arkadaş, üçüncü dakikada pes ettim! Seyrettiğim bölümde, esas oğlanla esas kız, bir arabadaydılar. (“jeep” miydi?) Yalnız, kamera o kadar girmişti ki, sanki  bizim salonda, karşımda oturuyorlardı. Esas oğlan rolündeki oyuncu (adını bilmiyorum), bir meşe ağacının sinemadaki yeteneğini hâizdi, desem abartmış olmam; hatta belki eksik bile söylemiş olabilirim: Yeri ve zamanı uygunsa, bir meşe ağacı iyi bir oyuncu (metafor, vs.) olabilir. Bahsettiğim oyuncunun ise yalnızca dudakları kıpırdıyordu. Sert bakışları (“vaay, karizma erkek” dedirtmek içinse bu bakışlar, boşuna bence; çünkü değil), arada bir de direksiyon çeviren elleri de, ‘oyunculuğunun’ bonusuydu. Ee, böyle dizinin alıcısına böyle bonus! Gelelim esas kıza (heyhat ki, esas kızı oynayan oyuncunun da adını bilmiyorum): Saten başörtüsüne, boya küpünden çıkmış gibi bir yüz eşlik ediyor; ciğer kırmızı dudağı, al al (allıklı allıklı) yanağı, otomobil farından hâllice farı ve kat kat rimeli de, manzarayı tamamlıyordu. Ee, hani esas kızın bonusu? Var efendim, olmaz mı: Gayetle alınmış kaşları. Üç dakika dayanabildiğim tahammülfersa dizide topu topu üç kelime konuştular. Arayı, müzik ve uzun bakışmalar doldurdu. (Aslında bu durumda arayı o –ne olduğunu şimdi hatırlamadığım- üç kelime doldurdu demem gerekirdi. Müzik arası dizi; adeta şarkı klibi.) Başka kanallara zıplamayı göze alamayıp kapattım âleti. Doğrusu,  bu hâliyle izlenilebilitesi arttı televizyonun.

      
Sözde kitap fuarından söz edecektim, dizi eleştirisine soyundum; resmen “Telesijey”e bağladım. (Şaka tabii; “Telesiyej”, ciddi eleştiriler yapıyor bu hususta. Hakikaten müstefit oluyorum.) Efendim, esasen bu kitap fuarlarında bir numara yok. Yani yıllardır giderim, hem de neredeyse açık olduğu her gün; ama git gel hep aynı: Kalabalık, kalabalık ve kalabalık. Fırsat bulunca, kitaplara da bakılabiliyor arada. ‘İndirimli kitap alma avantajı’ da pek cazip değil, çünkü öyle aman aman bir indirim de yok. Sâir zamanlarda, herhangi bir kitapçının yaptığı indirimlerden hâllice. Fuarın o uzuuuun yolu göz önünde bulundurulursa, o küçük fark hiç de çekici gelmiyor… Peki ne demeye gidiyorsun be kardeşim?, diyeceksiniz. Eh işte, alışkanlık, n’aparsınız… İçkim kumarım yok ama bu fuar sayesinde eksikliğini hissetmiyorum. Ee, ne de olsa insanın en azından bir iki kötü alışkanlığı olmalı şu dâr-ı dünyada…
    






(Fuar varken buna kim bakar allasen! :) )

1 Kasım 2012 Perşembe

UYUMSUZ DEFNE KAMAN'IN MACERALARI - SU


         [Bu eleştirim, "Ada" dergisinin Güz 2012 târihli 16. sayısında yayımlanmıştır.]


 

     -Fethi Naci'nin anısına.-


     Buket Uzuner'in, bir dörtleme olacağını ve "Hava", "Toprak"la sürüp, "Ateş"le noktalanacağını söylediği "Uyumsuz Defne Kaman'ın Maceraları"nın ilk cildi olan "Su" romanı yayımlandı. Mesaj verme kaygısında olduğunu zaman zaman hissettiren, ama polisiye kurgusuyla yazıldığı için rahat okunulan romanın ana konusuna kısaca değinelim:
Roman, gazeteci Defne Kaman'ın kaybolmasını öğrenmemizle başlar. "Gazeteci Defne Kaman ... yüzyılın bu en sıcak yazının ortasında çok sıcak bir salı gecesi, Kadıköy'den 20:45'te kalkan Barış Manço Vapuru'na biner[...]..." (s.14), bir daha da inmez. Kamera kayıtlarında yoktur vapurdan iniş görüntüsü. Şâhitler de görmemişlerdir vapurdan indiğini. Defne'nin annesi Ayten Bayülgen, ablası Aysu Bayülgen Peker ve anneannesi Umay Otacı Bayülgen, kayboluşundan otuz dokuz saat sonra, Kadıköy Karakolu'na kayıp müracaatında bulunurlar. Karakolun komiserlerinden Ümit Kaman (evet, onun da soyadı Kaman'dır), o gün yıllık iznine ayrılıp, memleketi olan Kaman'a gitmek ve orada şırıl şırıl akan derenin kenarına hamak kurup, dinlenmek hayâllerindedir. Bu kayıp vaka ile mesai bitimine kadar ilgilenip, nihâyet izine ayrılacaktır; ama işler öyle olmaz. Bu olay ile ilgilenmeye başlar. Neden? Kendisi de bilmez bunu ("Bilmiyorum, belki de onu bulmak benim birine karşı -kime?- gönül borcumdur?" s.134); kendisi bilmeyince, okur nerden bilsin? Bu, romanın aksayan, havada kalan birkaç hususundan yalnızca biridir.
     Komiser Ümit Kaman, Defne Kaman'ı bulmasında yardım etmesi için, Sahaf Semahat’tan yardım isteyecektir. Sahaf Semahat, Kadıköy'deki "Kutlu Bilgi" sahaf dükkânını işleten ve orada yatıp kalkan bir kadındır. Kitap okumaya meraklıdır. Komiser Ümit'le, Ümit'in sevgilisi Tasvir'le "Kutlu Bilgi" adlı mekânına geldiklerinde tanışır...
     Evet, bir de Tasvir vardır. Ümit'in âşık olduğu bir kızdır. Tasvir de Ümit'e âşıktır. Ne ki, aralarında büyük bir engel vardır: Ümit Alevî, Tasvir ise Sünnî'dir. İki tarafın ailesi de, bu evliliğe karşıdır...
     Karakterleri incelemeye birazdan gireceğim için, ayrıntıları es geçip, romanın konusunu kabaca tamamlamak istiyorum: Komiser Ümit Kaman, Sahaf Semahat ve onların hep yanında olan anneanne Umay Bayülgen, Defne'yi bulmak için epey çaba sarf ederler. Bu yolculuklarında, karşılarına kadın cinayetleriyle, hayvan ve doğa katliamları çıkar. Defne'nin çalıştığı gazeteden iş arkadaşı Attilâ Güntekin de, olayın çözülmesinde yardımcı olur. Ha, unutmadan; bir de defter vardır, bu olayı aydınlatan: Defne'nin yazdığı "Su Kitabı". Yâni, Defne Kaman da yardımcı olmuştur kendisinin bulunmasına. (Defne, ayrıca, birkaç kez Ümit Kaman'a görünür, Kutadgu Bilig'den sözler yazılı olan kâğıtlar verir ve Ümit de Sahaf Semahat’a, bu şifreli kâğıtları götürür. Semahat, kedilerinin ismi olan Kutlu ve Bilgi'den de anlaşılacağı gibi, Kutadgu Bilig kitabını okumuştur. Hiç zorlanmadan, bu mesajların o kitaptaki sözler olduğunu anlar.) Defne'nin nerede olduğunu öğreniriz: Suda!... Kadın cinayetlerini (Defne, "erkek cinayetleri" der) araştırdığı bir yazı-dizisinde röportaj yaptığı mağdurelerden olan Sakine Neşeli'nin kocasından kaçmıştır. Bu röportaja sinirlenen dayakçı koca Savaş Neşeli, önce karısını öldürüp bahçeye gömer, ardından da Defne'nin peşine düşer. Peki, Defne bu esnada nerede saklanır: Suda! Evet, evet, suda... (s.291) [Umay Bayülgen de, torunu Defne'nin, tıpkı Yunus Peygamber gibi suda olduğunu düşünür. (s.201) ] (Romanda yaralı bir hâlde Kadıköy sahiline vurmuş/gelmiş bir yunus da vardır. Bu yunusu, Savaş Neşeli yaralamıştır. Nedeni de, gözlerinin Defne Kaman'a benzemesidir!) Nihâyet, kayboluşunun üçüncü gününde, Kadıköy meydanında, ıslak vaziyette Komiser Ümit tarafından bulunur Defne Kaman; daha doğrusu, Defne'yi bulamamanın üzüntüsüyle son bir kez orada, olay mahallinde dolaşan Ümit'e el sallar Defne ve yanına koşan Ümit'in kucağına bayılarak düşer. (s.312) Defne'yi, hemen Kalamış'taki evlerine götürür Ümit. Uzun bir uyku çektikten sonra, kendisini sevenlerin (ki, annesi ve ablası, kesinlikle bu sevenlerin içerisinde değildir: "Annem ve ablam Aysu, onları sevmem için bana şans vermiyorlar." s.80) arasına döner. (s.310) Sevinç gözyaşları dökülür; ama doğru düzgün dinlenmeden, patronu Cemâl Dokuzoğlu'nun, iş arkadaşı Attilâ Güntekin'le kendisine verdiği yeni görev için yola hazırlanır ve roman biter.
Bunun dışında, romanın diğer baş konusu ise Şamanlıktır (Kamanlık).
Şimdi, karakterleri tanıyalım:

DEFNE KAMAN
     Kadın cinayetleri, çocuk gelinler, hayvan ve doğa haklarına duyarlı bir gazeteci. Otuz altı yaşında. "Orta boylu, uzun kızıl saçlı, çilli, yeşil gözlü, boşanmış, çocuksuz..." (s.4) [Defne'nin boşandığı kocasının adı Dağhan'dır. Bu olaydan (Defne'nin kaybolması olayından) iki yıl önce evi terk edip, "Budistlere karışır". (s.7-8). Esasen, Defne'nin Dağhan'la evlenme kararı alması da ilginçtir: Onunla, şeftali çekirdeğinin 'anlamını' bildiği için evlenir Defne. 'Anlamını' bilseydi, çocukluk arkadaşı Timur'la evlenecekti. (s.241). Nedir 'mânâsı: "Şeftali, hayatı öğreten bir meyvedir." Çekirdeği de, "bir meyvenin, özellikle bir şeftalinin 'annesi' olma potansiyelini taşı[r]. (s236-237) İlginçtir, Dağhan daha sonra evlenip Bursa'ya yerleşir. (s.241) Eğer bu da, romandaki gereksiz sembollerden biri değilse, Dağhan'ın şeftali aşkından olsa gerektir.] Kitabın adında da verildiği gibi, "uyumsuz" bir kadındır Defne Kaman. Özel yaşamında da, mesleğinde de... Eyvallahı yoktur. "Sivri dilli ve hükûmetin dikine giden biridir" örneğin. (s.137) "Uyumsuz" olacağı, isminin konulma öyküsünden de bellidir: Ninesi Umay'ın dilinden naklediyorum: "...Kızım Ayten, hamileliğinin son ayındayken rüyamda Defne ile Apollon'u gördüm. ... Yunan mitolojisinde Defne, kendisine tecavüz etmeye çalışan yarı-tanrı Apollon'dan kaçabilmek için ağaca dönüşür ya, benim rüyamdaki Defne, tam tersine kendini kovalayan Apollon'u ağaca dönüştürüyor ve sonra kendisi ormanda özgürce mutlu yaşıyordu!" (s.193)

UMAY OTACI BAYÜLGEN
     Defne'nin anneannesidir. Defne, "Umay Nine" der. Çok-bilmiş, gıcık bir kadındır bana göre. Romanda da sıkça geçtiği gibi, hep bir "kraliçe edası" içindedir. "... ak saçlarını küçük kızlar gibi başının iki yanından sarkan iki saç örgüsü yap[an], uçlarını boncuklarla bağla[yan]" (s.2) bu kadının, romanın meselelerinden biri olan Şamanlıktaki Kam'ları çağrıştırdığı, kitabın ilerleyen sayfalarında da görülen bazı 'metafizik' (ya da başka bir okumayla, 'hastalıklı') hâllerinde de fark edilir. Nedir bu 'metafizik' güçler: Örneğin, Defne'nin kaybolduğunu ihbar etmek üzere karakoldayken, Komiser Ümit Kaman'ın telefonu çalar ve onu arayan kişinin, Ümit'in annesi olduğunu bilir. (s.12) [Ümit de bu duruma şaşırır elbette. (s.18).] Karşısındakinin düşüncesini okuyup, o sormadan cevabını verir. (s.189). Ara sıra, cezbeye kapılırcasına, yabancı bir sesle konuşur bu 'metafizik teyze.' (s.300) Bu kadın diğer fâniler gibi değildir meselâ: Rüyaya "yatar" (İslâm'daki "İstihâre"). Sonra, rüya görmez, ona "rüya gelir"; hatta gaipten haber verir, falan... (s.205). Yalnızca bir yerde, sahaf Semahat’la Yunus peygamber kıssâsı üzerine yaptıkları sohbette, Semahat’ın bir anlık duraksamasından, "kıssâ"nın ne olduğunu bilmediğini düşünür ve açıklama yapar (s.201); oysa Semahat, çok okuyan ve mitolojiyle dinlere meraklı biri olarak, elbette biliyordur "kıssâ" kavramını. Ama bu bile, inandırıcı kılmaz "Umay Nine"yi. Bana göre, fazla zorlama bir "süper-woman" karakter olmuş... Kültürlü bir kadındır Umay Bayülgen. [Umay'ın kendi soyadı "Otacı"dır. Otacı=Eczacı. (s.17) İleride de değineceğim gibi, roman bunun gibi simgeler ve göndermelerle doludur.] Eczacılık mezunudur. Ölmüş kocası Korkut da doktordur. (Korkut=Dede Korkut. Al sana bir gönderme daha!) Hangi dine mensup olduğu açık değildir. Kuvvetle muhtemel, Şaman'dır. Müslüman olmadığı ise açıktır: Sütkardeşlerin evlenmesinde, kendisi açısından "sakınca yoktur" çünkü. (s.240)


ÜMİT HAYDAR KAMAN
     Bunalınca, Atatürk portresine bakan bir komiserdir. (s.6) İkinci isminden de anlaşılacağı üzere, Alevî'dir. Annesi "Haydar" der zaten. (s.226) Kitabın arka kapağında, isminin "Ali Ümit" olduğu belirtilmiş ama romanda buna dair bilgi yok. Buket Uzuner, Ümit'in Alevî olduğunu âdeta gözümüze sokar: Ümit, herkese "Can" diye hitap eder örneğin. Ümit'in annesi de, her seferinde "Can Ümit'im" der, keza. (s.70, 83, 140, 149) Yeminini de "Allah'ın, Ali'nin aşkına" yapar. (s.242. 246, 256). "Erenler"i anar (s164, 221), "Alevî selâmı" verir (s.258), falan... Velhâsıl, parodi bir tip gibidir Ümit. Robotlaşmıştır âdeta; Alevî olduğu için, hep böyle konuşmak zorundadır, diye düşünmüş yazar sanki.

     Ailesiyle, Koşuyolu'ndaki bir sitede oturan (s.27) Ümit Kaman, on bir yıllık polistir (s.69). Tasvir adlı kızı sevmiştir ama "ailesi gençlerin evlenmelerini dini nedenlerle kabul etmemiş[tir]." (s.27) (Ümit Alevî, Tasvir Sünnî'dir çünkü.) Tasvir'in abisi Yunus, askerlik arkadaşıdır Ümit'in. O da karşı çıkar evlenmelerine. İki aile ve iki mezhep de bağnazdır bu hususta; "sabır ve hoşgörüyü hayat felsefesi yapmış bir gelenek" (s.27) olarak tanımlanan Alevîlik de, zannederim romana göre böyle bir iddiası olmayan Sünnilik de... Tabii burada insan sormadan edemiyor: İyi de kardeşim, biri komiser, diğeri de yüksekokul mezunu kız. Bunlar ne demeye ailesine bağımlılar ki hâlâ? Dinlemeyiversinler... Bu da romanın aksayan, havada kalan hususlarından biridir. Romanda buna iki yerde değiniliyor; biri 133, diğeri de, Sahaf Semahat’ın Ümit'e bu hususu hatırlattığı 157. sayfada; ama değinmekle kalınıyor. Tatmin edici bir açıklama yapılmadan, geçiştiriliyor. Büyük eksiklik... Bunun üzerine Ümit de, ailesini cezalandırmak için onlarla oturmaya karar verir. (s.70) Cezalandırması şu: O evde otel müşterisi gibidir; ailesiyle konuşmaz, selâmı bile zar zor verir, gelir gelmez odasına kapanır. Ailesini bu çocukça yöntemle cezalandıracağına, karşı çıkıp savunsa ya kararını/aşkını! Romanın ilerleyen sayfalarında dendiği gibi olmalıydı Ümit'in tutumu: "Baskıya karşı direnmek ve hayatını kurmak için mücadele etmektir" aslolan. (s.226) Sonra, şu da var: Defne, kendisini bulması için Ümit'ten yardım ister. Ara sıra sudan çıkar ve Ümit'in eline ıslanmış kâğıt tutuşturur. Kutadgu Bilig'den öğütler vardır bu kâğıtlarda/şifrelerde. Ümit düşünür (biz de): "Aynı karakolda kendisinden çok daha kıdemli, deneyimli ve daha cesur komiserler varken neden kendisini seçmiştir?" (s.70) Sorar ama yine havada kalan bir sorudur bu. Cevabı verilmez romanda. Hayır, elbette ki "Neden bu karakter?" diye sormayız; romancı istediğini yaratır ama bu soru romana konulmuşsa, tatmin edici gerekçesi de yaratılmalıdır. Okur tahminde bulunabilir bu soru üzerine; işte Alevidir, Alevîlikle Şamanlık arasında bağ kurulmaya da çalışılmıştır (s.60), soyadı da benzer (Kaman)... diye. Ama o sorunun havada kalırlığı, romana zarar vermeye devam edecektir...
     Romanın başında Ümit'i "su, su" diye yanarken görürüz. Susamış değildir elbette; istediği, bir an evvel yıllık iznine çıkıp, memleketi Kaman'a, dere kenarına gitmektir. (s.34) Romancının Ümit'e bu kadar "su" sayıklatması, romanın adının" SU" olması olabilir.
Kendisine aldığı tek bir model -o da gerçek değil, kurgudur; bir roman kahramanıdır-, New Yorklu dedektif Matt Scudder; devamlı, "Şimdi o olsaydı bu durumda ne yapardı?" diye düşünen, çocuk gibi bir adamdır Ümit Kaman (s.262). Lâf aramızda, fazlasıyla da gıcıktır. Sevemedim onu. Samimi ve sıcak değil, yapay buldum. Romanda, ona yazılan diyaloglar da kötüdür. En az on defa, 'metafizik teyze' Umay Otacı Bayülgen için "Var bu Umay Nine'de bir sihir efsun." diyor. (Bir örneği, 266. sayfada). Tıpkı, sevgilisi Tasvir için, en az yirmi defa, "Memleketin en güzel esmeri" demesi gibi. Anladık be adam!.. Yazarı da sevmemiş olabilir Ümit'i. Sevilecek gibi değildir.
     Sonunda Tasvir'le kavuşurlar birbirlerine. (s.320)


SAHAF SEMAHAT
     Adı üzerinde, sahaftır. "Kutlu Bilgi" (Kutadgu Bilig -O.Üçer) adlı dükkânı, Moda'dadır. (s.54) Kitabevinin adı, Kutlu ile Bilge adlı kedilerinden mütevellittir. ["Kitap ve hayvan sevmeyen insana güvenmem" (s.43) diyerek, gönlümü fethetti.] Nevşehirlidir. Hikâyesini bu romanda öğrenemeyiz ama. Hep parça parçadır bilgiler: Örneğin, "geçmişinde sır olarak sakladığı uğursuz olayı" vardır Semahat’ın. (s.65) Tasvir'in intihar mektubunu okuyup (ölmez ama Tasvir, kurtulur) ağlayan Ümit'e, "... benim için... bütün ayrılanlar için... ağla" der (s.219); ama bu "kişisel nedenlerle kimliğini ve geçmişini saklamak zorunda kal[an]" (s.225) ve asıl adı Sema olan (s.171) kadının, tabir-i câizse, bir türlü öğrenemeyiz karın ağrısını. Dörtleme olacağından, diğer ciltlere saklamış olmalı Buket Uzuner, Sahaf Semahat’ın öyküsünü. Ama şöyle bir sorun var: Uzuner, bu romanla alâkalı, 10.3.2012'de, Sabah gazetesinden Figen Yanık'a verdiği ve Sabah'n "Cumartesi" ekinde "Kadınlar Birlik Olursa, Kadına Şiddet Kalmaz" başlığıyla çıkan röportajda, "İsteyen Defne dizisini birbirinden bağımsız da okuyabilecek, beğenmezse bırakabilecek yani..." diyor. Eğer öyleyse, Sahaf Semahat’ın, bir iki yerde dillendirilen geçmişine dair kötü hikâyesini okur öğrenemeyecek demektir; yâni -Çehov'dan alıntı yaparsak-, sahnedeki silâh patlamamış olacaktır. Böylesine "havada kalmışlarla" dolu romanın da, beğeneni az olacaktır hâliyle. Oysa ben, bir okur olarak, "İnsanlara güvensizlikten, yoğurdu üflemeye bile yanaşmayıp, yoğurttan vazgeçen" (s.172); "kedileri dışında ne bir bekleyeni, ne de sevincini paylaşacak bir yakını" olan (s.187) bu kadını tanımak ve "başına gelenler[i]" (s.317) öğrenmek; "... içindeki Eros'u bastırıp, kadınlığını unutan ve unutturan" (s.154, 170) kötü olayları bilip, belki de Semahat ile bir okur-kurgu karakteri saflığıyla dertleşmek isterdim. Bence romanın en inandırıcı ya da sıcak karakteridir Sahaf Semahat.

ROMANDAKİ (GEREKSİZ) SEMBOL/SİMGE BOLLUĞU
     Bu romanı okurken, şunu da düşünmedim değil: Yazar, sanki yalnızca Şamanizm’i (Kamanlığı) anlatmak istemiş, romanı da buna vâsıta kılmış. Bunu bana düşündüren nedenler, Şamanlık hakkında verilen bilgilerin fazlalığı ve zorlama olan simge/sembol bolluğu. Bu kadar da gönderme olmaz, dedim okurken. Örneklere geçmeden, şunu yazayım: Romanda, Türkiye insanının bugünkü alışkanlıkları ve/veya âdetleriyle, Şamanlık arasında bağ kurulup, o geleneğin devam ettiği vurgulanmak istenmiş: Doğa/canlı sevgisi, ağaçlara çaput bağlama, nazar boncuğu takma... gibi. Okurken düşündüm: Bu türden âdetler, yalnızca Şamanizm’de yok. Sümer'de de var; hattâ belki de Sümer'den daha fazla âdet/inanç miras kalmıştır bize... Kültürlerin birbirlerinden etkilenmesi doğaldır sanırım... Şimdi örneklere geçelim:

     Üç, dokuz, kırk gibi sayıların önemi, Şamanlıkta da vardır. Defne'nin Umay Nine'siyle oturdukları evlerinin kapı numarası 40'tır örneğin. (s.255) Üç bacaklı kedileri vardır Defne'lerin. İsmi, bacaklarının sayısıdır: Üç. (s.272) "Su Kitabı'nda üçlü sayfaları aramalısın" der Umay, Semahat'a. (s.207) Defne'nin, paragöz, kötü bir patronu vardır. Büyük bir gazetenin yöneticisi olan bu adamın adı Cemal Dokuzoğlu'dur. Tuhaf bir soy ismidir Dokuzoğlu. Meğer yazar boşuna koymamış bunu. Bunun da romandaki simge bolluğunda yeri varmış: Dokuz, Şamanlıkta kötü bir sayıdır. Erlik Han'ın olduğu Cehennem dokuz kattır. (s.300). Böylece, Cemal Dokuzoğlu'nun, eylemlerinden zaten sezdiğimiz kötülüğü, Şamanlıkla "garanti altına" alınmış olur sanki. Yazar, bununla da yetinmez üstelik Kutadgu Bilig'den de kanıt gösterip, kötülüğünü vurgular Cemal Dokuzoğlu'nun: Defne'nin Ümit'e verdiği son şifrelerde, Kutadgu Bilig'den şu beyitler ('şifreler') vardır: "Her işte hiddet gösterenler/İçkiye düşkünler veya çalıp çırpanlar..." (s.278). Aa, ne tesadüf, birkaç sayfa sonra öğreniriz ki, Cemal Dokuzoğlu alkoliktir de! (s.283) Son olarak şu örneği vereyim: Defne Kaman'ın 'kaybolmadan' (doğrusu, saklanmadan) önceki araştırması olan kadın cinayetleri üzerine yaptığı röportajlardan biri, kocasının daha sonradan kesip bahçeye gömdüğü ve (öldürmek kastıyla Defne'nin peşine düştüğü) Sakine Neşeli'dir. Kadının soyadıyla yaşamındaki ironiyi bir tarafa bırakıp, şiddet düşkünü bir hasta olan kocasının ismine bakalım: Savaş. İşte yine sembol!.. Anlıyorum, Buket Uzuner, toplumun içindeki -belki de fark etmediğimiz- sindirilmiş şiddete dikkat çekip, çocuğunun ismini "Savaş" koyan (bana göre de) sakat zihniyeti ortaya seriyor ve çok da iyi yapıyor; ama gel gör ki bunu da tadında bırakmayıp, kör kör parmağım gözüne misali yapınca, işin ciddiyeti kalmıyor. İş bence, adamın adını "Savaş" olarak koymakla bitmeliydi, ârif olan anlayacaktı çünkü; ama hızını alamayıp, Sakine ve Savaş çiftinin çocuklarına "Savaş, Cenk, Öcal, Hıncal, Cihat" (s.290) adlarını verdirtince, istenen mesaj verilmediği gibi, okurun zekâsında da hakaret ediliyor, bana kalırsa...


ROMANDAKİ HATALAR
     Bu romanda, bir yazara, hele hele, Buket Uzuner gibi usta bir yazara yakışmayacak dikkatsizlikler gördüm. (Bu yakışıksızlıkta, iyi bir yayınevi olan Everest'in de payı var kuşkusuz.). Yukarıda da birkaçını belirttiğim hatalara, biraz ayrıntılı bakalım:
"Yakası açılmadık küfürler" deyimi, olmuş, "eteği açılmadık küfürler." (s.35) Birleşik yazılması gereken "Yâhu" ünlemi, romanda geçtiği belki yüzlerce yerin (Ümit Kaman, neredeyse her cümlesine nokta yerine kullanır bu ünlemi.) hepsinde, "ya hu" diye ayrı yazılmış nedense? Benim de ara sıra kullandığım bir ünlem olan "yâhu"nun, Türk Dil Kurumu'nun sözlüğünde de, "Kubbealtı Lûgatı" da denilen üç ciltlik "Misalli Büyük Türkçe Sözlük"te de, bugüne kadar okuduğum kitaplarda da, Uzuner'in "Su" romanında olduğu gibi, "ya hu" diye ayrı yazılmış 'versiyonuna' rastlamadım. Yine bunun gibi, sözlüklerde görmediğim bir yazım şekli: "Ân". Uzuner, "ânı", "ânında", "ân-ı vâhit (bir an)" gibi, "an" kelimesinin ek aldığı örnekler dışında; yani, tek başına yazıldığı durumlarda konulmaması gereken 'şapka'yı, nedense, istisnasız her "an" kelimesine koymuş. (129. sayfadaki "... acı çektiği ânlar." söz öbeğindeki "an"da da var 'şapka' imi.) Oysa tek başına söylendiğinde, bir uzatma ya da inceltme olayı olmadığından, 'şapka'ya gerek yoktur. "Dersaadet"in, "Der-i Saadet" biçiminde yazıldığını bilmiyordum. (s.66). Benim baktığım sözlüklerde de bulamadım bu tamlamayı. Belki, çok eskiden böyle yazılıyordur? "Basireti bağlanmak" deyimi, TDK'nın sözlüğüne göre "İyi düşünemez, gerçeği göremez bir duruma düşmek" demektir. Kubbealtı Lûgatı da, birisinin, ancak "gaflete düşmekle" basiretinin bağlanacağını söyler. Romanda, Sahaf Semahat, Umay Bayülgen'le ilk karşılaşmasında fazla konuşmak istemez, oturdukları kafeden kalkmak ister; ama Umay Bayülgen, konuşmasıyla âdeta büyülemiştir Semahat’ı. "Basireti bağlanmıştı, gidemedi" der anlatıcı. (s.187) Basiretin bağlanması, gaflete düşmekle ilintili olduğuna ve Umay Bayülgen'le -zorla olsa da- konuşmak kötü bir şey olmadığına göre, bu deyimin buraya uyup uymadığı konusunda kararsızım. Üstelik iki sayfa sonra, Umay Bayülgen'in ağzından bu deyim yorumlanmış da. (s.189) "Siyah jöleli saçlı" denilmiş. (s.190). Eğer kastedilen (var mı bilmiyorum ama) siyah jöle değilse, "jöleli, siyah saçlı" olmalıydı. Buna benzer bir hata da şu: "Uzaktan, baba tarafından kuzenim" cümlesi. (s.150) Sanki uzak olan baba gibi olmuş; "Baba tarafından, uzaktan", meseleyi hâlleder. Garson konuşurken "şarz" diyor. (s.191) Garsonun o kelimeyi yanlış telâffuz ettiği vurgulanmak istendiyse, hata yok. Türkçe sözlüklerde ve Sevan Nişanyan'ın "Sözlerin Soyağacı/Çağdaş Türkçenin Etimolojik Sözlüğü"nde öyle olmadığı yazsa da, "cemre" sözcüğünün, Altayca bir kelime olduğu söylenen "imre"den geldiğini öğrendim. (s. 194) Hata mı değil mi bilemedim; ama nedense, romanın ilk cümlesi, 15. Bölüm'e de ilk cümle olmuş. (s.105) Kur'ân-ı Kerim'in surelerinden olan Nîsâ'nın anlamı "Kadın" olarak verilmiş (s.201); oysa bu kelimenin anlamı "kadın" değil "kadınlar"dır. Tekili ise, (kuraldışı bir biçimdir bu) "imrâ"dır. (Nişanyan) Yine, Kur'ân-ı Kerim surelerinden olan "Saffât"ın 143. ayetinde "Biz onu (Hz. Yunus'u -O.Üçer) yüz bin insana peygamber olarak yolladık." diye yazdığı söylenmiş. (s.201) Hâlbuki bu âyetin numarası 143 değil, 147'dir. Bir de, "El-Ankâf Suresi’nden bahsedilmiş (s.202), ancak böyle bir sure yoktur; belli ki "El- Ahkâf Suresini’nden” denmek istenmiştir. "Amerikan bar", "emerikan bar" diye yazılmış. (s.259) "New York'lu" yazılmış (s.262). Malum, yapım eki olan "-li", "-lu" ayrı değil, birleşik yazılır. Ümit Haydar Kaman "Allah, Muhammet, Ali aşkına!" diye bağırır. (s.268) Bu isimde olan başka biri, tercihine göre isminin sonundaki harfi "t" yapabilir ama İslâm Peygamberi Hz. Muhammed'in isminde, doğal olarak, "t" harfi olamaz. Bu kadar hatanın içerisinde "yetenekrlerine" (s.280) önemsiz kaçar ama olsun; olmaması gerekirdi. Tıpkı, "hayvanların dizisi" (s.60) değil, "dişisi" olduğu gibi. (s.133) ["Genç kadınınsa" yerine "genç kadınsına" (s.130), "şıkır şıkırsu" ve "Ben onları algıladığımda sırada" (s.231) gibi yazım hatalarına değinmiyorum bile.] Son zamanlarda kullanılan, ancak sözlüklere zannederim girmeyen bir birleşik sıfat olan "Sevgideğer", bu romanda yanlış olarak "Sevgi değer" diye ayrılmış. (s.329) Bu memlekette "Arapça da olsa" (s. 74 -Evet, aynen bu ifade yazıyor!) "vuslat" kelimesine ihtiyaç duyuluyormuş. Oysa bize ne kadar uzak bir dil Arapça. Romancı/anlatıcı, bu yüzden yadırgıyor olmalı. Hâlbuki Fransızca "Union" falan dense, daha bir bizden olurdu. Defne Kaman, kaybolduğu (saklandığı) gün, Kadıköy'den Beşiktaş vapuruna bindiğinden, doğal olarak, Beşiktaş'tır vapurun varış durağı; oysa sayfa 107'de, Karaköy denmiş. Bir yerde de, "-de" bağlacının birleşik yazıldığını gördüm: "Birde baktım ki..." (s.111). Bunların dışında, bir gereksiz virgül (s.271), yine gereksiz noktalı virgül (s.75); olması gereken iki noktanın (s.123), noktalı virgülün (s.238) ve konuşma tırnağının (s.304) eksikliğini, bilmem söylemeye gerek var mı? (Ben, romanı, "Mart 2012" tarihli ilk baskısından okudum.)

     Bir de, tuhaf bir durumdan söz etmeliyim: Anlatıcının, Sahaf Semahat’ın iyi bir okur olduğunu vurgulayıp, "derinlikli ve ölümsüz roman karakterlerinden dostları" olduğunu söyleyip sıralanırken (s.147), bu "derinlikli ve ölümsüz" roman ve karakterlerine, bir Buket Uzuner kitabı olan "Kumral Ada Mavi Tuna"yı eklemek (s.148) ne kadar etik?
Bu kadar ayrıntıya, ince eleyip sık dokumaya gerek var mıydı, denilebilir. Evet, vardı. Büyük usta Fethi Naci, bu hataları önemser ve eleştirilerinde de "yazarın dikkatsizliği" diyerek yer verirdi. İlköğretimdeki ya da lisedeki kompozisyon derslerinde öğrenciler yapsa epey not kırılacak olan bu yanlışları, deneyimli bir yazarın yapması, bence kabul edilemez bir dikkatsizlikler zinciridir... [Güzel sözdür: Lûgatta pehlivanlık olmaz.]

SONUÇ
     Romanın sonunda, anlatıcı, "... bu kitapta size sadece ve sadece 'hakikati gülerek nakletme'ye, 'gerçek bilgeliğin delilik' ve 'kendini bilge sanmanın da gerçek delilik' olduğunu hatırlatmaya çalıştım." diyor (s.328-329) ama, "bu kitabın iyi yürekli, zarif ve kibar okuru" olarak bendeniz (s.328), romanda bunu göremedim nedense? Benim eksikliğimdir, kuşkusuz.

     Uzuner'in, polisiyenin sıkmayan diliyle yazdığı romanı, Şamanlık hakkında verdiği -roman için- sıkıcı bilgiler ve Defne Kaman'ın "Su Kitabı"ndan aktarılan, okuyucuya köşe yazısı okuyormuş hissi veren (Şiirsel tasvirlerin yapıldığı "Hamam Kubbesinden Suya Yansıyan Işık" bölümü dışında) yazılarına rağmen, merak uyandıran, Kadıköy'ü sevenlerin gönlünü okşayan, hayvanseverleri yaralı yunusla önce üzen, sonrasında iyileşmesiyle sevindiren, hoş vakit geçirtecek bir kitap. Elbette, yukarıda sıraladığım hataları görmeden okuyabilirseniz...

...

 

 



13 Ekim 2012 Cumartesi

BİBLİYOMANLARIN MEKÂNI: SAHAF FESTİVALİ


              [Bu yazı, Akşam Kitap dergisinin 12 Ekim 2012 tarihli 21. sayısında yayımlanmıştır.]


     Bu ay, her ay yaptığım gibi yapmayıp;  bir sahafiye kitabı değil, sahafiye kitaplar deryasını yazacağım: Sahaf Festivali’ni!
     Beyoğlu Belediyesi’nin birkaç yıldan buyana  yaptığı en iyi iş, Sahaf Festivali’dir bana göre (ve bence, tüm bibliyomanlara göre de…). Açıldığı günden kapanışına kadar hemen her gün gittiğim ve her seferinde de ellerim kollarım dolu dolu döndüğüm, muhteşem bir festival…
     Erasmus, “Elime biraz para geçti mi kitap alırım; geriye kalanla da yiyecek ve giyecek.” demiş. Bu sözü Erasmus yerine, ben de rahatlıkla söyleyebilirdim pekâlâ… Bu yılki Sahaf Festivali’nden aldığım kitaplarla, Erasmus’un (ve tüm kitapseverlerin ya da kitap-delilerinin) sözünü bir kez daha fiiliyata döktüm…
     Onlarca sahafın ve on binlerce kitabın biraraya geldiği Tepebaşı’ndaki bu mekân, benim gibi kitapperestler için, oradaki her bir kitabı tek tek incelemek gibi delice bir heyecan uyandırıyor. Nitekim, vaktiniz ve sabrınız varsa, sabah 11 akşam 23 arasında açık olan bu festivalde, bu iş iki haftada hâlledilebilir… (Elbette şaka yapıyorum. Kitapperestim ama o kadar da uçuk değilim. En azından ben uçuk olmadığımı zannediyorum!)
     En genci ebeveynimin yaşlarında olan kitaplar arasında huşû içinde yol alırken, Descartes’ın, “Bütün o güzel kitapları okumak, geçmiş yüzyılların en has insanlarıyla sohbet etmeye benzer” sözünü hatırladım. Sanırım, bu sözün hatıra gelmesi için en uygun mekân, bu Sahaf Festivali’dir zaten…

“180 LİRAYA ‘DÜNYANIN EN GÜZEL ARABİSTANI’ “

     Yazıyı okuyanlar arasında, “İyi güzel, sabahtan beri güzelleme yapıyorsun da, sen bir de fiyatlardan haber ver” diye soranlar olacaktır. Sorulursa da iyi olur ayrıca, çünkü bence de haklı ve yerinde bir sual bu. Efendim, şöyle izah edeyim: Duyduğunuzda, dudağınızın uçuklayacağı ve ardınıza bakmadan uzaklaşacağınız fiyatlara da kitaplar var, adedi iki liraya olanlar da… (Ve iki liralık kitaplar arasında, hiçbir yerde bulamayacağınız çok kaliteli enfes eserler de var. Üşenmeyip de rafları tek tek gözden geçirirseniz –ve elbette iyi kitaptan anlıyorsanız-, kesinlikle tatmin olmuş bir şekilde evinize döneceksiniz.)

     Şu pahalı kitaplara bir iki örnek vereyim: Mesela bir sahaf, Özdemir Âsaf’ın ilk baskı ve yazarından imzalı olan kitabına, 350 TL fiyat çekiyor! Bu, öğrenci bütçesini bir tarafa bırakalım, hatırı sayılır bir geliri olan insan için de yüksek bir fiyattır. Tabii şu da var ki, o ilk baskının ve hele hele Özdemir Âsaf imzasının tutkunu olanlar için, gözden çıkarılmayacak bir rakam değildir.
     Bir diğer örnek de, şu: Sahaf Festivali’nde, Emre Aköz’le bir saatlik bir sohbetimiz oldu. Sohbetimizin konusu, ağırlıkla, şiir üzerineydi. (Antr parantez olarak şunu söylemeliyim ki,  o konuşmamızda, Edip Cansever ve Oktay Rifat şiirine dâir çok önemli şeyler öğrendim Emre Aköz abimden. Emre abi güncel konulardan fırsat yaratabilse de, edebiyata ve özellikle de şiire ilişkin yazılar da yazsa keşke, diye düşündüm…) Sohbet ettiğimiz pavyon/stand ise, her hafta düzenledikleri kitap ve efemera müzâyedelerine katıldığımız Ekber (And) abinin “Pazar Mezatı”ydı.  Emre abiyle  yaptığımız muhabbet süresince gelen müşteriler arasında, ikimizin de dikkatini çeken bir kız oldu. Dikkatimizi çekmesinin nedeni cinsiyeti değildi elbette; şiirle, hem de o sırada konuştuğumuz Turgut Uyar’ın “Dünyanın En Güzel Arabistanı” kitabının ilk baskısıyla ilgilenmesi oldu. Muhtemelen ilk kez bir sahafa geliyordu ve baktığı kitabın sahaf piyasasındaki yüksek fiyatından –yine muhtemelen- haberi yoktu kızın. “Ne kadar?” sorusuna aldığı “180 TL” cevabını nasıl karşıladı bilmiyorum; çünkü o kadar uzun süre ilgilenmedim bu mevzuyla. (Emre abi, 30 Eylül 2012 Pazar tarihli Sabah gazetsindeki köşesinde, bahsettiğim sohbetimizi ve bu olayı yazdı.  Emre Aköz’ün “180 Liraya ‘Dünyanın En Güzel Arabistanı’ “ adlı o yazısının linkini şu:
http://www.sabah.com.tr/Yazarlar/akoz/2012/09/30/180-liraya-dunyanin-en-guzel-arabistani)

GİZEMLİ BİR KİTAP

     14 Ekim’e kadar açık olan bu fuarı (gerçekten festival olan “Sahaf Festivali”ni), tüm kitapseverlere hararetle öneririm. Bahsettiğim yüksek fiyatlı kitaplar kimsenin gözünü korkutmasın, çünkü onlardan kat kat fazla kitabı, çok uygun fiyatlara alabilme imkânı var. Bendeniz, Halid Ziya’nın “San’ata Dâir” adlı kitabınının ilk baskısını, çok uygun bir para karşılığı satın aldım örneğin. Dediğim gibi, birazcık aramak, yani zahmet etmek gerekecek. Meyvelerini göreceksiniz…
     (Yoo, hayır: Komik denebilecek bir fiyata satın aldığım 1933 tarihli Türkçe bir kitabın içerisindeki Sabetayizm/dönmelikle ilgili pasajdan söz edip de, konunun takipçilerini heyecanlandıracak değilim. Buna hakkım yok!)

[Not: Erasmus’un ve Descartes’ın sözlerini, Celâl Üster’in çevirip derlediği şu kitaptan naklettim: “SÖZÜN ÖZÜ / Eski Çağlardan Günümüze Ünlü Yazarlar Ve Düşünürlerden Özlü Sözler”, Can Yayınları, 2010]

30 Eylül 2012 Pazar

"180 LİRAYA 'DÜNYANIN EN GÜZEL ARABİSTANI' "


     Geçen gün, Emre Aköz'le, genelde şiir, özelde de Turgut Uyar ve Edip Cansever şiiri üzerine sohbet etmiştik. Emre Abi, o sohbetimde, Cansever'in şiirine dâir benim için ufuk açıcı şeyler söylemişti. Edip Cansever'in şiirlerini, Emre Abi'nin söyledikleri doğrultusunda yeniden okumaya karar verdim o sohbetimiz üzerine... Emre Aköz, bugünkü (30 Eylül 2012 Pazar) Sabah gazetesindeki köşesinde, o sohbetimizi yazmış. O yazıyı naklediyorum:

"Saçları sarı, gözleri mavi, küçük burunlu çıtı pıtı kız (bu sıfatı nicedir kullanmamıştım) dükkâna girip bakınmaya başladığında, Orçun (Üçer) Bey kardeşimle elbette kitaplardan söz ediyorduk.
Beyoğlu Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan'ın fevkalade hayırlı bir iş yaparak (doğruya doğru!), bu yıl altıncısını düzenlediği Sahaf Festivali'ndeydik.
Büyük ihtimalle öğrenci olan kız, üç lira vererek dökme kitaplardan bir tane almıştı. Belli ki bütçesi dardı.
Neyse... Raflara baktı baktı ve uzanıp ince bir kitabı çekti. Önünü arkasını şöyle bir çevirip fiyatını sordu.
Pazar Mezatı'ndan Ekber (And) Bey incitmeyecek bir edayla gülümseyerek, "180 lira" dedi. "180" bizi meraklandırdı, kızı ise adeta yıktı!

Ruhi Bey'e yüz vermedi Ben olsam kitabı anında yerine koyar, sıcak basmış bir halde kendimi dışarı atardım. Ama kız pes etmedi:
Turgut Uyar'ın 1959 tarihli "Dünyanın En Güzel Arabistanı" adlı şiir kitabını incelemeye devam etti. (Hani ünlü Geyikli Gece şiirinin olduğu kitap...)
İlk baskıydı. Gıcırdı. Ve de sayfaları açılmamıştı. Forma kat yerleri henüz kesilmemiş bir kitabı ilk kez görüyordu kız. Şaşırdı. Sayfaları yırtmadan şiirlere bakmaya çalıştı.
Gazetelere, bloglara kitap tanıtımları yazan Orçun Bey kardeşime, "Turgut Uyar mı, Cemal Süreya mı, Edip Cansever mi... diye tartışırdık bir zamanlar" dedim.
Genç bibliyomanın cevabı hazırdı: "Birinci sıraya Turgut Uyar'ı koyarım ben..."
Tam, "Benim şairim Edip Cansever..." diyordum ki kız 'Ben Ruhi Bey Nasılım'ın ilk baskısını incelemeye başladı. "Bir hakkın var..." derseniz, Cansever'in bu kitabını seçerim.
Ama kız yüz vermedi!

Sadelikteki güzellik Bazı okurlar uzun ve karmaşık cümleler kuran romancıları, öykücüleri, hatta köşe yazarlarını önemser; kısa ve anlaşılır yazanları küçümser.
Benzeri şiirde de vardır: Tuhaf, şaşırtıcı, hemen anlaşılmayan imgeler kuran şairleri severler. Cansever gibi, sade, hatta basit bulduklarına ise dudak bükerler.
"Canım neymiş bu Edip Cansever" diye merak edenler, şairin Adnan Benk, Tahsin Yücel ve Nuran Kutlu'ya anlattıklarını okumalı ('Çağdaş Eleştiri: Söyleşiler-Yazılar', Doğan Kitap.)
Mesela sesi, şiirin içinde gezdirmekten söz eder orada. Şiirin bir mimarisi vardır ve bazı sesler, duvarlara vurup yankılanırcasına o binanın içinde hareket eder.

Yorumların sonu yok Bir başka örnek de, Sona Kalsa başlıklı şiirinde, "Elmada bir el" demesidir. "Elmada bir el" sözü, bana Sartre'ın varoluşçuluğunu çağrıştırır: Mütemadiyen tercihler yaparak kendi varlığını kuran insanın, 'tercihsizlik anı'dır o...
Cansever ise "Biz aslında organlarımızı duymayız, unuturuz, yani gövdemizi duyarak, bilerek yaşamayız" diye açıklıyor "elmada bir el" sözünü... Yorumla, yorumlayabildiğin kadar...
Tüm ses, görüntülerin ve yazıların dijitalleştiği şu çağda... Birçok gencin kâğıttan kitaplar peşine düşmesi, ne yalan söyleyeyim, hoşuma gitti.
Ancak çoğunun bir-iki lirayı dahi hesaplamak zorunda kalması... Üç liralık kitaba, "iki olmaz mı" demesi... Satıcı reddettiğinde suratının asılması ise üzücüydü."

24 Eylül 2012 Pazartesi

BAUDELAİRE'NİN "SPLEEN" ŞİİRİNİN TERCÜMESİ: 'MELÂL' "


     Charles Baudelaire'in meşhûr şiirlerindendir "Spleen". Âlişanzâde İsmail Hakkı Bey, "Melâl" kelimesiyle Türkçeleştirmiş "Spleen"i. Baudelaire'in "Fleurs du Mal"ini, "Elem Çiçekleri" diye (bence enfes bir isimle) tercüme eden Âlişanzâde'nin bu çalışmasını, yaşayan en büyük şâirlerimizden olan Hilmi Yavuz Hocamız, Lâtinize etti. Geçtiğimiz günlerde yayımlanan bu kitaptan, "Spleen"in çevirisini nakletmek istedim (Önce, Fransızcasını yazacağım) :


SPLEEN
J'ai plus de souvenirs que si j'avais mille ans.
Un gros meuble à tiroirs encombré de bilans,
De vers, de billets doux, de procès, de romances,
Avec de lourds cheveux roulés dans des quittances,
Cache moins de secrets que mon triste cerveau.
C'est une pyramide, un immense caveau,
Qui contient plus de morts que la fosse commune.
— Je suis un cimetière abhorré de la lune,
Où comme des remords se traînent de longs vers
Qui s'acharnent toujours sur mes morts les plus chers.
Je suis un vieux boudoir plein de roses fanées,
Où gît tout un fouillis de modes surannées,
Où les pastels plaintifs et les pâles Boucher
Seuls, respirent l'odeur d'un flacon débouché.
Rien n'égale en longueur les boiteuses journées,
Quand sous les lourds flocons des neigeuses années
L'ennui, fruit de la morne incuriosité,
Prend les proportions de l'immortalité.
— Désormais tu n'es plus, ô matière vivante!
Qu'un granit entouré d'une vague épouvante,
Assoupi dans le fond d'un Sahara brumeux;
Un vieux sphinx ignoré du monde insoucieux,
Oublié sur la carte, et dont l'humeur farouche
Ne chante qu'aux rayons du soleil qui se couche.

[Charles Baudelaire]


SPLEEN (MELÂL)

Bin seneden ziyâde yaşamışım gibi hatıralarım var.


Hesap pusulaları, şiirler, muhabbetnâmeler, dâvâlar ve şarkılarla,
makbuz kâğıtlarına sarılmış ağır saçlar dolu,
çekmeli bir büyük dolap benim kötü beynimden,
daha az sır saklar.
Bu umumi bir mezardan ziyâde, ölüleri hâvî,
bir ehramdır, cesîm mahzendir.
- Ben ayın menfur bir mezaristânıyım ki
orada vicdan azapları gibi uzun kurtlar sürünür
ve dâimâ benim en aziz ölülerimin üzerine savlet eder.
- Ben solmuş güllerle mâli eski bir kadın salonuyum;
orada bir yığın, mevsimi geçmiş modalar gömülüdür,
orada yalnız melûl pasteller, (buşe)nin soluk tabloları,
ağzı açık bir şişenin kokusunu teneffüs ederler.

Karlı senelerin sık kuş başı karları altında,
mağmum meraksızlığın semeresi, melâl,
ebediyyet nisbetlerini aldığı vakit,
uzunlukta hiçbir şey, kısalan günlere muâdil olmaz.
- Bâdemâ, sen ey madde-î zîhayat!
sisli bir sahrânın umkunda uyuşmuş
müphem bir koku ile muhat bir granit taşından
başka bir şey değilsin;
gamsız dünyanın meşhulü ihtiyar bir ebülhevl ki,
haritada unutulmuştur ve vahşi tabiatı
ancak gurub eden güneşlerin şuââtına şarkı söyler.


[Charles Baudelaire]

Tercüme: Âlişanzâde İsmail Hakkı
Lâtinize eden: Hilmi Yavuz.

17 Eylül 2012 Pazartesi

SOLMAZ HANIM, KİMSESİZ OKURLAR İÇİN


     "Geçtiğimiz yıl sessiz sedâsız bir biçimde yayımlanan 'Solmaz Hanım, Kimsesiz Okurlar İçin', benim en çok keyif aldığım romanlardan biriydi. Selim İleri, 'Okurlara' adlı giriş bölümünde, gördüğü ilgisizliğe sitem ederek başladığı hikâyesinde, Solmaz Hanım'ın ve onun sağ görüşlü bir sosyalbilimci olan babasının trajedisini anlatırken, özellikle 1960'lara kadar olan yıllardaki devlet ideolojisini ve toplumsal hayâtı çok iyi sergiliyor. Olayların cereyân ettiği târih ve mekân, insan tipleri, siyâsî dalgalanmalar, Türkçülüğün ırkçılıkla yer değiştirmesi gibi motiflerin hepsini, bu kısa değerlendirme içerisine katmak mümkün değil; ama bu romanı sevmemin asıl nedeni, Selim İleri'nin, Solmaz Hanım'la kurduğu ilişki oldu. Pek az metinde, yazarla kahramânı arasında böylesine bir yakınlık görülebilir. İleri, fazla göze batmayacak bir biçimde, zaman zaman hikâyeye katılıyor ve okuyucunun; yalnızlığa boğulmuş, giderek aklını yitirme noktasına gelmiş, hayâtı umutsuzca değiştirmeye çalışan bu kadını, daha derinden kavramasına yardımcı oluyor.
     " 'Solmaz Hanım, Kimsesiz Okurlar İçin', sevgi ve sevgisizliğe dair yakıcı bir roman."


[Ömer Türkeş, "2000 Yılı Romanları", Virgül, Şubat 2001, sayı 38, sayfa 39-40]

14 Eylül 2012 Cuma

HAKİKİ TÜRK DEDEKTİFİ: RIDVAN SÂDULLAH


   [Bu yazı, AKŞAM KİTAP dergisinin 14 Eylül 2012 Cumâ târihli 20. sayısında yayımlanmıştır.]

     Akşam Kitap’ın geçen ayki sayısında (Ağustos 2012, sayı 19), Erol Üyepazarcı üstâdımızın “Çok Bilinen Kalemlerden Az Bilinen Polisiyeler” başlığıyla yayımlanan yazısını –her yazısı gibi- zevkle  ve çok şeyler öğrenerek okudum. Yazısındaki “…
ünlü tiyatro yazarı Cevat Fehmi Başkut ise çok başarılı bir polisiye roman olan ‘Valide Sultan’ın Gerdanlığı’nı yazacaktır.” cümlesinde durakladım. Bu roman hakkında, daha önce de bir iki övgü duymuştum. Roman, yaklaşık bir yıl evvel, düzenli olarak iştirâk ettiğim bir kitap müzâyedesinde satışa sunulmuş; bendeniz de almıştım. İşte bir yıldır kitaplığımda yatan ve tarafımdan okunmayı bekleyen bu romanı kıraat etmek, Erol Üyepazarcı’nın “çok bşarılı bir polisiye roman” tesbitini okuduktan sonra, elzem olmuştu. Eseri, büyük bir zevkle okudum…

     Cevat Fehmi Başkut’u, “Paydos” ve “Buzlar Çözülmeden” adlı piyeslerinden tanıyordum. “Buzlar Çözülmeden”, çok beğendiğim bir eserdir. Bu oyun, iki kere filme de alınmış: İlki, Nejat Saydam’ın rejisörlüğünde, 1965 yılında; ikincisi ise Kartal Tibet’in yönetmenliğinde, 1986’da. Nejat Saydam, eserin ismine sâdık kalırken, Kartal Tibet, “Deli Deli Küpeli”yi tercih etmiş. İlkinin başrolünde Fikret Hakan, diğerinde Kemal Sunal oynamış. Benim kanaatime (ya da zevkime) göre, ilk film çok başarılı. Fikret Hakan, oyunculuğuyla –âmiyâne tâbirle- âdetâ ‘döktürmüş’.

     Behçet Necatigil’in “Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü”nden naklediyorum: “1905’te doğan Cevat Fehmi Başkut, Eyüp Rüştüyesi’nde ve İstanbul Sultânîsi’nde okudu. 1928’de başladığı gazetecilik hayatından, Cumhuriyet gazetesinde yazı işleri müdürü iken, 1963’te ayrıldı. Feriköy mezarlığında gömülü. Basılan ilk kitabı, “Geceleri Bizi Kimler Bekliyor?” adlı bir röportaj dizisi olmuştu (1933). “Kadın Bir Defa Sever”, “Dişi Aslan” adında iki roman, birkaç da polis romanı (“Valde Sultanın Gerdanlığı” 1954) yayımlamıştı. (Necatigil, “birkaç” adet polis romanı yazdığını söylemiş; fakat, bildiğim kadarıyla, tek polisiye romanı; hattâ tek romanı vardır Başkut’un. –O. ÜÇER) Oyun yazarlığına 1942’de başladı. Konularını gündelik hayattan, olay ve insanlar arasındaki gülünç çatışmalardan alan, kişilerini genellikle ahlâk açısından eleştiren komedileriyle tanındı. “Paydos” (1948) en ünlü oyunudur.”

     İşte, 1954 yılında Harman Yayınevi tarafından yayımlanan “Valde Sultanın Gerdanlığı” adlı polis romanı (ya da eski tâbirle, “zâbıta romanı”), Cevat Fehmi’nin, -oyunları kadar meşhur olmayan- çok güzel bir romanıdır. Bu roman hakkında, Selim İleri, “Cevat Fehmi Başkut” adlı yazısında "...Cevat Fehmi'nin bir de 'Valde Sultanın Gerdanlığı' adlı polisiye romanını, birkaç kez, tat alarak okumuşumdur. ..." diye söz etmiştir. [Selim İleri’nin bu yazısı, 2003 yılında Doğan Kitap’tan çıkan “Uzak, Hep Uzak” adlı deneme kitabındadır. (s.75) ]

     Tartışmasız, polisiye roman konusunda bir numaralı isim olan üstâd Erol Üyepazarcı’nın , Oğlak Yayıncılık tarafından 2008 senesinde neşredilen, iki ciltlik (1150 sayfalık!) “Korkmayınız Mister Sherlock Holmes! / Türkiye’de Polisiye Romanın 125 Yıllık Öyküsü (1881-2006)” isimli o anıtsal eserinde, Cevat Fehmi’nin bu romanından da –doğal olarak- bahseder: “Cevat Fehmi Başkut’un polisiye romanının kahramanı Rıdvan Sâdullah, zengin bir adamdır, polisiye olaylara meraklıdır, pek çok olayın çözümünde polise yardım ettiğinden, her esrarlı olayda kendisine başvurulmaktadır; yâni, İstanbul’un bir nevî Sherlock Holmes’üdür. Cevat Fehmi ise, onun umumî vekilidir. Birlikte yaşarlar ve o da Doktor Watson rolünü üstlenir. Zaten olay Cevat Fehmi’nin ağzından anlatılır.

     ‘Valde Sultanın Gerdanlığı’, klâsik anlamda tam bir ‘katil kim?’ romanıdır. Kurgu, olayların gelişimi ve sonuç başarılı bir biçimde düzenlenmiştir. Eski mâbeyncilerden Hüsnü Bey’in şüpheli intiharı, sonra Başkomiser Osman’ın ricâsıyla olayı inceleyen Rıdvan Sâdullah’ın olayın cinâyet olduğunu ortaya çıkarması, suçun birileri tarafından Hüsnü Bey’in genç karısı Nâzan ile akrabaları İhsan’ın üzerine yıkılmak istenmesi, bu arada, İngiltere Kraliçesi Victoria’nın, Abdülmecid’in annesi Bezm-i Âlem Vâlide Sultan’a hediye ettiği çok kıymetli bir gerdanlığın, 31 Mart Olayı sonunda Yıldız Sarayı yağmalanırken, Nâzan’ın babasının eline geçtiği rivâyeti, olayları iyice karıştıracaktır. Bu arada, Nâzan ve İhsan’ın kaybolmaları, Nâzan’ın ablası Kevser’in Büyükada’da bir otelde ölürülmesi ve ertesi gün cesedinin morgdan çalınması ise Başkomiser Osman’ın deyişiyle, işleri arapsaçına çevirecektir. Bütün bu olaylar içinde Rıdvan Sâdullah, yalnızca akıl yürütmesiyle olayları sıraya sokacak ve sürpriz bir finalle, asıl katilleri suçüstü yakalayacaktır.” (s.345-346)

     BİR TÜYO

     Romanı bulup da okuyacak olanlar, 110. sayfadaki şu cümleyi mantıkî bir şekilde kurup, burada saklı olan şifreyi belki de çözebileceklerdir: “Ara-nakışlı-rafında-kraliçenin-merdivenle-lâal-zâviyede-renkli-devvâr-ettiği-dolabın-hediye-gerdanlığı.”

     Açıkçası, işin aslını öğrenince, bu cinâyetlere hak verilebilir diye de düşündürüyor Cevat Fehmi. Kitabın başına epigraf olarak aldığı (ayrıca, sayfa 149’daki “5.” bölümün de adı olan) şu Fransız darbımeseli, bu romanın “ana fikrini” teşkîl ediyor: “Bir cinâyet, ekseriyâ daha büyük cinâyetlere tekaddüm eder.”

     YAYINCILARA VE YÖNETMENLERE ÇAĞRI

     Sonuç olarak, şunu söylemeliyim: “Hakiki Türk dedektifi” (s.41) Rıdvan Sâdullah’ı ve yardımcısı Cevat Fehmi’yi çok severek okudum. Keşke, bu türde tek romanla yetinmeseydi Cevat Fehmi Başkut. Yayıncılar bu kitabı keşfetmelidirler. Hayır, “sanat açısından” değil; çok şükür (!) kimsede böyle bir ‘kaygı’ yok. Bu kitapta “iş var”; yâni “ekmek yedirir.” Konu sıkıntısı çeken yönetmenler için de güzel bir “ganimet” bence.

    

13 Eylül 2012 Perşembe

HALDUN TANER'DEN, EDEBİYATA DÂİR


     Yaşar Nâbi, edebiyatçılarımızın cevaplaması üzerine anket soruları hazırlamış ve bu soruları, bugün artık hepsi klâsik mertebesinde olan yazarlarımıza göndermiş. Bu sorular, Varlık Yayınları'ndan "Edebiyatçılarımız Konuşuyor" adıyla, 1953 yılında yayımlanmış. Soruların yöneltiği sanatçılar arasında, Haldun Taner de var.
     Haldun Taner'in, o ankete verdiği cevaplardan son ikisini, önemli olduğu gerekçesiyle, buraya naklediyorum:

Soru: Bugünkü edebiyatımız hakkında hükmünüz?
Cevap: Kanaatimce, bugünküler dünkülerden çok daha iyi yazıyorlar. Teşbihte hatâ olmaz derler; ben eskileri, kafe şantanlarda, keman çalan routine sâhibi, tekniği kusursuz, fakat müptezel ifâdeli kemancılara benzetiyorum. Şimdikilerde ise, belki ne routine, ne de teknik var; fakat tonlarında, yay çekişlerinde, hakîkî bir violonist, hakîkî bir sanatkâr klâsı kendini belli ediyor. Şunu tavzîh edeyim ki, eskilerden kastım, M. Ş. Esendal gibi, bugünkü genç hikâyeci neslinin öncülüğünü yapmış şahsiyetler değil, ısıtıp ısıtıp ayni şeyleri önümüze süren, hem de ayni şekilde süren profesyonel muharrirlerdir. Mâmâfih, nankör olmayalım. Onlar öyle yazmasa idiler, bugünküler böyle yazamazdılar.

Soru: Edebiyatımızın gelişmesi için neleri gerekli görüyorsunuz?
Cevap: Hebbel, sanatkârı ipek böceğine benzetmişti. <Pamuklu çamaşırlar moda olmakla, ipek böceği nasıl koza yapmaktan vazgeçmezse, sanatkâr da, rağbete filân kulak asmayıp, kendi köşesinde bildiği gibi kozasını yapmalıdır.> der. Eskiden çok beğendiğim bu söze, şimdi pek iştirâk edemiyorum. Sanatkâr ne evliyâdır, ne insan-üstü bir varlık. Ferâgatin de bir haddi olmak iktizâ eder. Hiç alâka görmeyen bir sanatkârdan ben pek iyi bir şeyler çıkacağını sanmıyorum. Halkla, geniş okuyucu kitlesi ile ilk temas şarttır. Okuyucusu üç bini aşmayan dergiler bu işe kâfi gelmiyor. İstedikleri, biraz hüsniniyet gösterebildikleri ve gerçek sanatkârları, içi geçmiş kof kıymetlere tercih edebildikleri gün, gazeteler bu fonction'u çok daha iyi başarabilirler. Neşriyat müdürlerinin dillerine doladıkları <Ne yapalım, halk öylesinden hoşlanıyor.> tevîli, ancak halkın önüne daha iyisini sürüp, menfî netîce aldıktan sonra meşrû olabilir. Bence genç istidatların çoğunu daha başlangıçta kırıp gücendiren, işte bu inatçı -ve hattâ mürettep diyebileceğim- alâkasızlıktır.[Not: İmlâya -"şapka" dışında- müdâhale etmedim. -O. Üçer]

5 Eylül 2012 Çarşamba

KİTAPLAR "KİTAP"I


                    [Bu yazı, 5 Eylül 2012 târihli ŞALOM GAZETESİ'nde yayımlanmıştır.]

Sanırım, kitapseverlerin en çok sevecekleri eser, sevdikleri nesne, yani kitap üzerine yazılmış olan bir eser olacaktır. [Kitaba ‘nesne’ demekle haksızlık, hatta hakaret etmiş olabilir miyim? Bu soruyu, işin ehline; yani, eski tâbirle “mecânin-i kütüb” denilen kitap delilerine (bibliyomanlara) yöneltmek gerekir!]

     Bugüne kadar, kitaplar üzerine çokça yazıldı. Bu konuda, benim bildiğim ve okuduğum kitaplar şunlar: “Geceleyin Kütüphane” (Alberto Manguel), “Kitabın Tarihi” (Albert Labarre), “Kütüphane” (Enis Batur), “Kütüphanelerin Hikâyesi” (Fred Lerner), “Kayıp Kütüphaneler/Antikiteden Günümüze Yok Olan Koleksiyonlar” (James Raven), “Antikçadan Günümüze Her Yönüyle Kitabın Tarihi” (Svend Dahl). [Prof. Dr. Hüsrev Hâtemî Hocamız, “Çelebi Bizi Unutma” kitabındaki “Ya Kebikec” yazısında, Muzaffer Gökman adlı bir yazarın, 1966 yılında yayımlanan “Evimizin Kütüphanesi” kitabından söz eder. Bu kitabı da bulursam okumak isterim… ] Yalnız, şunu söylemeliyim ki, benim favori kitabım, son okuduğum ve bu yazının da konusu olan “Kitap” adlı eser oldu… [Ayrıca, “Kitap”ı yayıma hazırlayan Ali Akyıldız’ın yazdığı önsözde, “Necib Âsım’ın ‘Kitap’ı, Türkçede, konusu kitap, kitabın tarihi olan tek telif eser olma hususiyetini el’an (hâlâ) muhafaza etmektedir.” (s.10) bilgisi de var.]

     “Kitap”ın yazarı, şimdilerde adını çoklarının hatırlamadığı  Necib Âsım (Yazıksız). Bir kitap âşığı olan Necib Âsım, orijinal adı “Kitap” değil “Kitab” olan eserini, eski tarihle 1311 (1893) senesinde yayımlatmış. Telif ve tercüme olarak, yirmi küsur eseri bulunan Necib Âsım, 1861’de Kilis’te doğmuş. Kuleli Askerî İdâdîsi (Lisesi) ve Harbiye Mektebi’ni bitirmiş. Askerî okullarda Türkçe, Fransızca ve tarih dersleri hocalığı yaptıktan sonra, albay rütbesiyle emekliye ayrılmış. 1934 yılında “Yazıksız” soyadını alan Necib Âsım, Meşrûtiyet’ten sonra, İstanbul Üniversitesi’nde (o zamanlar, İstanbul Dârülfünûnu’dur ismi) hocalık yapmış. 1927’de milletvekili seçilen yazarımız, daha sonradan, âşık olduğu yazı çizi işine ayırmış bütün zamanını. Türkçenin sadeleşmesini savunan bir dizi yazı kaleme alan Necib Âsım, İstanbul Üniversitesi’nde Türkoloji kürsüsünü kuran ve Türk Dili Tarihi’nin ilk profesörü olan bir isimdir. “Kitap”, işte böylesine önemli bir bilimadamının eseridir.

     Kendimi kitapsever, hatta kitapperest olarak adlandıran ben, açıkça söylemek gerekirse, “Kitap” adını taşıyan bu eserden şimdiye dek haberim olmamasının utancını yaşıyorum şu günlerde. Gerçi, bunda benim cehaletimin payı büyük ölçüde olmakla birlikte; işi gücü -doğal olarak- edebiyat olan, edebiyat dergilerinde ve gazetelerin kültür sanat eklerinde köşeleri bulunan edebiyat sanatçılarının payı da, bence azımsanmayacak ölçüdedir…  (Üstad Doğan Hızlan, “Çalıntı Kitap Deposu” kitabındaki aynı isimli denemesinde,  Necib Âsım’ın “Kitap”ını anmıştır.) Neyse, şikayeti bırakıp, yazıma döneyim.

     “Kitap”ı, yeni kurulan bir yayınevi olan “Büyüyenay Yayınları” yayımlamış. (Mayıs 2012) Bu eser, yayınevinin yayımladığı ilk kitap aynı zamanda. Bir yayınevi için böylesine önemli ve güzel bir eserle yayın hayatına başlamak hem çok prestijli, hem de riskli: Prestijli, çünkü çok iyi bir eser; ama aynı zamanda riskli, çünkü yayınevinin daha sonradan yayımlayacağı her kitap, doğal olarak, ilk yayımladıkları eserle mukayese edilecektir. “Büyüyenay Yayınları”, deyiş yerindeyse, kaliteli eserler yayımlamaya yazgılıdır artık…

     “Kitap”ın yeni harflere aktarımını (transkripte edilmesini), Prof. Dr. Orhan Okay Hoca kontrol etmiş. [Önsöz’de, “metnin çevirisi” denmiş ama bu, yanlış bir kelime tercihi olsa gerektir: Çeviri, iki farklı dil arasında olur; oysa burada, aynı dil (Türkçe), fakat farklı yazı karakterleri/harfleri arasında aktarım yapılmış: Eski yazı (Osmanlıca harfler)Türkçeden, yeni yazı (Lâtin harfleri) Türkçeye.]

     Necib Âsım’ın “Kitab”ı, daha önce de yeni harflere aktarılmış: İletişim Yayınları, kuruluşlarının onuncu yılı şerefine, 1993 yılında, bu kitabı basmış. Ben o baskıyı maalesef görmediğim için, kalitesi hakkında bir yorumda bulunamayacağım ama özel bir yıldönümünde bastıklarına göre, güzeldir diye tahmin ediyorum. (İçeriğiyle ilgili birkaç eleştiri yazısı okudum.) Büyüyenay ismindeki bu bebek yayınevinin yayımladığı baskı, daha kapağıyla çarpıyor insanı. Yayınevini kutlamak lâzım: Gerek kapağı, gerekse içeriğiyle (sayfa kalitesi, göz yormayan renk seçimleri, rahat okutan harf boyutu ve satır araları, kitabı yayına hazırlayan Ali Yıldız’ın açıklayıcı dipnotları ve kitapta geçen isim, kavram, mekân ve olaylara dâir, Mustafa Kirenci’nin hazırladığı yüz yirmi sayfalık “Açıklamalar” bölümüyle), enfes bir kitap olmuş… Kitabın fizikî kalitesi ve güzelliği hakkında vereceğim şu misal, beni (ve benim gibi olan kitapperestleri) bilenler için, yeterli bir delil olacaktır kanaatindeyim: Okuduğum tüm kitapların altını çizen, sağına soluna notlar alan bendeniz, bu kitabı çizmek şöyle dursun, ilk sayfasına adımı dahi yazmaya kıyamadım.

 “KİTAP”IN HARİTASINI ÇIKARISAK:

     “Kitap”ı yayıma hazırlayan Ali Yıldız’ın kitaba yazdığı önsözde, “Necib Âsım’ın ‘Kitap’ı, kitap hakkında bilgi sahibi olmak ve düşünmek için önemli bir müracaat kitabıdır” (s.9) dediği bu eser, yirmi beş bölümden meydana gelmiş. Necib Âsım, “Kitap”ını (ki, orijinal adı “Kitap” değil, “Kitab”dır.), “giriş” denilebilecek “Mukaddime” ve okuyucularına (“Kârîine”) hitap kısmından sonra, ilk yazı olarak, kitabın tarihiyle açıyor. Bu yazısında, kitabın tarih ve vasıflarına temas ettikten sonra, “Yazı”ya geçiyor ve bizler, kitabı vücuda getiren yazı’nın tarihine ve çeşitlerine dalıyoruz. Peki, yazı neden mürekkep? Elbette harflerden. “Elifbâ” isimli üçüncü bölümde de, alfabeyi öğreniyoruz. Bu bölümde kısaca; dilbilgisine/imlâya, körler alfabesine (“Âmâlar Elifbâsı”) [Braille alfabesi –O.Üçer]; İbrânî, Yunan ve Romalıların, kendi alfabelerinde bulunan harflere sayı değerleri verip , harf rakamları (“Erkâm-ı Harfiye”) kullandığı bahsinden başlayarak, rakamların tarihine değiniyor.

     Dördüncü bölümde, bu harfleri yazacağımız gereçlere geliyoruz; yani, “Malzeme-i Tahrîriyye”ye. Burada, en ilkelinden en modernine kadar (kitabın yazıldığı dönemdeki modernlikten söz ediyorum elbette), yazı gereçleri anlatılıyor.


BİR SANAT OLARAK YAZI

     Artık, kitabı yazacak malzemelere sahibiz. Sıra geldi,                 “Yazma Eserler”e; beşinci bölümün konusuna yani. Necib Âsım, bizi, Mısır mezarında bulunan papirüs üzerindeki , cenaze merasimine âit yazmalara götürüyor ve yolculuğumuzun başlangıç noktası burası oluyor. Antik medeniyetleri dolaşa dolaşa, elyazmalarının pek az olduğunu söylediği Roma’ya, oradan da –artık, Cengiz Han gibi, Hülâgû gibi, Timur gibi, “erbâb-ı şiddet”ten ve İspanya yangınlarından ne kalmışsa geriye-, İslâm dünyasındaki kütüphanelere uğruyoruz. [Bu kısımda, Vatikan’dan sonra en fazla kitaba sahip olan “İspanya Escorial Kütüphanesi”ni  (Manastır kütüphanesi –O.Üçer) öğreniyoruz. Elli bin cilt gibi muazzam bir sayıda elyazması eser koleksiyonu olan bu kütüphanenin sırrı, ağır cezâî yaptırımlarıdır: Papa Gregory, buradan elyazması kitap çalanların aforoz edilmesini emretmiştir. (s.300-301)] Bu kısmın sonunda, güzel yazıya da temas ettikten sonra, sonraki bölümde, kıpkısa da olsa, “Unvân-ı Kütüp” dediği, kitapların adlarına/künyelerine şöyle bir göz attırıp, elimizden tuttuğu gibi, kitap meraklılarının arasına atar bizi Necib Âsım.

BİBLİYOFİL Mİ, BİBLİYOMAN MI?

     Kitap meraklılarını iki sınıfa ayırır Necib Âsım: “Muhibbân-ı Kütüp” (kitapseverler) ve “Mecânîn-i Kütüp” [kitap delileri ya da benin kendime verdiğim, aynı zamanda, internetteki bloğumun da ismi olan “Kitappesest” (ler)]. İnsan bu bölümleri okuyunca sormadan edemiyor, “Acaba ben hangi kategorideyim?” diye. Gerçi, kitap âşıkları kendilerini az çok bilirler… Necib Âsım’ın yaptığı ayrımı dikkate alırsak, kendimizi, kitapsever olarak tanımlamamız gerekecektir ama; en azından, ‘prestij’ olarak zorunlu hissederiz kendimizi ilk gruba girmeye! Şöyledir bu fark: “Kitap delileri, kitap muhiblerine (kitapseverlere) benzemezler. Bunlar yalnız kitap toplamak isterler. Bunlarla, mesela posta pulu, kundura, çubuk, suffe, yumurta toplama merakında olanlar arasında bir fark yoktur.” (s.128)

     Necib Âsım, bize, Saint-Simon’un hâtırâtından şu vakâyı nakleder: “Kont İstre” adındaki birinin şahsi kitabı, 52.500 cilt gibi muazzam bir sayıyı bulduğu hâlde, bu adam, elifi görse mertek sanacak kerte câhildir; ismini dahi yazamaz! Herhâlde bu da patolojik bir vakâ oluyor artık…

     Bu bölümde, İngiliz ve Alman kitapseverlerin kendi aralarında karara vardıkları; “yatakta okunmayacak, kenarına notlar yazılmayacak, yapraklar kıvrılmayacak, sayfaları çevirmek için parmaklar ıslatılmayacak, yerken ve içerken okunmayacak, kitap üzerine aksırılmayacak… “ gibi, onlarca katı kurallar var ki, okuyunca, “kitap mı okuyacağız, yoksa, başına bir şey gelirse bir devletin mahvolmasına sebep olacak bir emanet mi teslim alacağız?” dedirtti bana. Hele hele, nasıl bir hayâlgücünün ürünü olduğuna karar veremediğim, evlere şenlik, “kedi veya çocukların arkasından kitap atılmayacak” hükmü yok mu! (s.120)   

KİTAP”TAKİ DİĞER KONULAR VE “KİTAP FALCILIĞI”

     Yukarıda anlattıklarımı takip eden bölümleri kısacak özetlemem gerekirse: “Takdime-i Âsar”da, kitapların ithaf edilmesinden; “Kitap-hâne”de, içlerinde Ninova, Babil, Bergama, İskenderiye gibi meşhur kütüphanelerden ve hangi ülkede kaç kütüphane ve kitap olduğundan; “Kıraat-ı Umûmiyye”de, topluluğa (açık veya kapalı alanlarda) kitap okumanın tarihçesinden; “Hâfız-ı Kütüp”te, ‘kitap koruyucuları’ dediği kütüphane memurlarından; “İlm-i Esâmi-î Kütüp”te, bibliyografi ilminden; “Kitapçılık”ta, mâlûm sanattan; “Kitap Falcılığı”ında, ilginç bir fal türünden (işte bu bölüm çok enteresan; misal, Ortaçağ’da, kitap falcılığının Yahudiler arasında yaygın olduğunu söylemiş. Yöntem şu: Tevrat’tan rastgele bir sayfa açılır ve bilinmek istenen neyse, ona ulaşmaya çalışılır.); “Kütüb-i Memnûa” (Yasak Kitaplar)’da, tarih boyunca yasaklanan kitaplardan ve kitap yakma (“ihrâk-ı kütüb”) faciasından; “Kitaplar Ne Yolda Te’lif Ediliyor (Yazılıyor)?”da, haklı bir sorudan; “Tercüme”de, çeviri sanatının zorluğundan; “İhtisâr-ı Kütüp”te, büyük kitapların özet (muhtasar) hâllerinden; “Hangi Kitapları Okumalı?”da, bugün de şikayetçi olduğumuz bir dertten; “Kitaplara Mükâfat”ta, hâlâ sürmekte (ve talep edilmekte) olan, maddi ve manevi ödüllerden; “Tıbâ’at”ta, Gutenberg’den itibaren çeşitlenen baskı tekniklerinden; “Yazı Bilgiçliği”nde, bugün dünyada ve ülkemizde hakkında kitaplar yazılan, ‘elyazısından karakter tahlil etme’ işinden; “İmza”da, tarih boyunca imza anlayışıyla, Türk ve Çin âdeti olan, -imza atamayanların yaptığı- parmak basma eyleminden; “Mühür”de, Tevrat’tan başlayarak [Firavun’un Yusuf peygambere, Mısır’ın idaresini verdiğini sembolize eden mühür-yüzüğü vermesi (Tekvin, 41/42) ve Süleyman’ın Mührü (Magen David –O.Üçer) gibi], bir iktidar sembolü olarak mühürden bahseder ve nihayet, “Kitapların Sonu” bölümüyle, bu güzel eserini hitâma erdirmiş, yani bir anlamda ‘mühürlemiş’ olur.

     Belli: Necib Âsım’ın “Kitap” ismindeki bu muhteşem eseri, başucu, hattâ baştâcı kitaplarım arasına girdi. Okuyacak olan bütün kitapseverler için de böyle olacağına eminim…