Geçen gün, Emre Aköz'le, genelde şiir, özelde de Turgut Uyar ve Edip Cansever şiiri üzerine sohbet etmiştik. Emre Abi, o sohbetimde, Cansever'in şiirine dâir benim için ufuk açıcı şeyler söylemişti. Edip Cansever'in şiirlerini, Emre Abi'nin söyledikleri doğrultusunda yeniden okumaya karar verdim o sohbetimiz üzerine... Emre Aköz, bugünkü (30 Eylül 2012 Pazar) Sabah gazetesindeki köşesinde, o sohbetimizi yazmış. O yazıyı naklediyorum:
"Saçları sarı, gözleri mavi, küçük burunlu çıtı pıtı kız (bu sıfatı nicedir kullanmamıştım) dükkâna girip bakınmaya başladığında, Orçun (Üçer) Bey kardeşimle elbette kitaplardan söz ediyorduk.
Beyoğlu Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan'ın fevkalade hayırlı bir iş yaparak (doğruya doğru!), bu yıl altıncısını düzenlediği Sahaf Festivali'ndeydik.
Büyük ihtimalle öğrenci olan kız, üç lira vererek dökme kitaplardan bir tane almıştı. Belli ki bütçesi dardı.
Neyse... Raflara baktı baktı ve uzanıp ince bir kitabı çekti. Önünü arkasını şöyle bir çevirip fiyatını sordu. Pazar Mezatı'ndan Ekber (And) Bey incitmeyecek bir edayla gülümseyerek, "180 lira" dedi. "180" bizi meraklandırdı, kızı ise adeta yıktı!
Ruhi Bey'e yüz vermedi Ben olsam kitabı anında yerine koyar, sıcak basmış bir halde kendimi dışarı atardım. Ama kız pes etmedi: Turgut Uyar'ın 1959 tarihli "Dünyanın En Güzel Arabistanı" adlı şiir kitabını incelemeye devam etti. (Hani ünlü Geyikli Gece şiirinin olduğu kitap...)
İlk baskıydı. Gıcırdı. Ve de sayfaları açılmamıştı. Forma kat yerleri henüz kesilmemiş bir kitabı ilk kez görüyordu kız. Şaşırdı. Sayfaları yırtmadan şiirlere bakmaya çalıştı. Gazetelere, bloglara kitap tanıtımları yazan Orçun Bey kardeşime, "Turgut Uyar mı, Cemal Süreya mı, Edip Cansever mi... diye tartışırdık bir zamanlar" dedim.
Genç bibliyomanın cevabı hazırdı: "Birinci sıraya Turgut Uyar'ı koyarım ben..."
Tam, "Benim şairim Edip Cansever..." diyordum ki kız 'Ben Ruhi Bey Nasılım'ın ilk baskısını incelemeye başladı. "Bir hakkın var..." derseniz, Cansever'in bu kitabını seçerim.
Ama kız yüz vermedi!
Sadelikteki güzellik Bazı okurlar uzun ve karmaşık cümleler kuran romancıları, öykücüleri, hatta köşe yazarlarını önemser; kısa ve anlaşılır yazanları küçümser.
Benzeri şiirde de vardır: Tuhaf, şaşırtıcı, hemen anlaşılmayan imgeler kuran şairleri severler. Cansever gibi, sade, hatta basit bulduklarına ise dudak bükerler.
"Canım neymiş bu Edip Cansever" diye merak edenler, şairin Adnan Benk, Tahsin Yücel ve Nuran Kutlu'ya anlattıklarını okumalı ('Çağdaş Eleştiri: Söyleşiler-Yazılar', Doğan Kitap.)
Mesela sesi, şiirin içinde gezdirmekten söz eder orada. Şiirin bir mimarisi vardır ve bazı sesler, duvarlara vurup yankılanırcasına o binanın içinde hareket eder.
Yorumların sonu yok Bir başka örnek de, Sona Kalsa başlıklı şiirinde, "Elmada bir el" demesidir. "Elmada bir el" sözü, bana Sartre'ın varoluşçuluğunu çağrıştırır: Mütemadiyen tercihler yaparak kendi varlığını kuran insanın, 'tercihsizlik anı'dır o...
Cansever ise "Biz aslında organlarımızı duymayız, unuturuz, yani gövdemizi duyarak, bilerek yaşamayız" diye açıklıyor "elmada bir el" sözünü... Yorumla, yorumlayabildiğin kadar...
Tüm ses, görüntülerin ve yazıların dijitalleştiği şu çağda... Birçok gencin kâğıttan kitaplar peşine düşmesi, ne yalan söyleyeyim, hoşuma gitti.
Ancak çoğunun bir-iki lirayı dahi hesaplamak zorunda kalması... Üç liralık kitaba, "iki olmaz mı" demesi... Satıcı reddettiğinde suratının asılması ise üzücüydü."
Charles Baudelaire'in meşhûr şiirlerindendir "Spleen". Âlişanzâde İsmail Hakkı Bey, "Melâl" kelimesiyle Türkçeleştirmiş "Spleen"i. Baudelaire'in "Fleurs du Mal"ini, "Elem Çiçekleri" diye (bence enfes bir isimle) tercüme eden Âlişanzâde'nin bu çalışmasını, yaşayan en büyük şâirlerimizden olan Hilmi Yavuz Hocamız, Lâtinize etti. Geçtiğimiz günlerde yayımlanan bu kitaptan, "Spleen"in çevirisini nakletmek istedim (Önce, Fransızcasını yazacağım) :
SPLEEN
J'ai plus de souvenirs que si j'avais mille ans.
Un gros meuble à tiroirs encombré de bilans,
De vers, de billets doux, de procès, de romances,
Avec de lourds cheveux roulés dans des quittances,
Cache moins de secrets que mon triste cerveau.
C'est une pyramide, un immense caveau,
Qui contient plus de morts que la fosse commune.
— Je suis un cimetière abhorré de la lune,
Où comme des remords se traînent de longs vers
Qui s'acharnent toujours sur mes morts les plus chers.
Je suis un vieux boudoir plein de roses fanées,
Où gît tout un fouillis de modes surannées,
Où les pastels plaintifs et les pâles Boucher
Seuls, respirent l'odeur d'un flacon débouché.
Rien n'égale en longueur les boiteuses journées,
Quand sous les lourds flocons des neigeuses années
L'ennui, fruit de la morne incuriosité,
Prend les proportions de l'immortalité.
— Désormais tu n'es plus, ô matière vivante!
Qu'un granit entouré d'une vague épouvante,
Assoupi dans le fond d'un Sahara brumeux;
Un vieux sphinx ignoré du monde insoucieux,
Oublié sur la carte, et dont l'humeur farouche
Ne chante qu'aux rayons du soleil qui se couche. [Charles Baudelaire]
SPLEEN (MELÂL)
Bin seneden ziyâde yaşamışım gibi hatıralarım var. Hesap pusulaları, şiirler, muhabbetnâmeler, dâvâlar ve şarkılarla, makbuz kâğıtlarına sarılmış ağır saçlar dolu, çekmeli bir büyük dolap benim kötü beynimden, daha az sır saklar. Bu umumi bir mezardan ziyâde, ölüleri hâvî,
bir ehramdır, cesîm mahzendir.
- Ben ayın menfur bir mezaristânıyım ki
orada vicdan azapları gibi uzun kurtlar sürünür
ve dâimâ benim en aziz ölülerimin üzerine savlet eder.
- Ben solmuş güllerle mâli eski bir kadın salonuyum;
orada bir yığın, mevsimi geçmiş modalar gömülüdür,
orada yalnız melûl pasteller, (buşe)nin soluk tabloları,
ağzı açık bir şişenin kokusunu teneffüs ederler.
Karlı senelerin sık kuş başı karları altında,
mağmum meraksızlığın semeresi, melâl,
ebediyyet nisbetlerini aldığı vakit,
uzunlukta hiçbir şey, kısalan günlere muâdil olmaz.
- Bâdemâ, sen ey madde-î zîhayat!
sisli bir sahrânın umkunda uyuşmuş
müphem bir koku ile muhat bir granit taşından
başka bir şey değilsin;
gamsız dünyanın meşhulü ihtiyar bir ebülhevl ki,
haritada unutulmuştur ve vahşi tabiatı
ancak gurub eden güneşlerin şuââtına şarkı söyler.
"Geçtiğimiz yıl sessiz sedâsız bir biçimde yayımlanan 'Solmaz Hanım, Kimsesiz Okurlar İçin', benim en çok keyif aldığım romanlardan biriydi. Selim İleri, 'Okurlara' adlı giriş bölümünde, gördüğü ilgisizliğe sitem ederek başladığı hikâyesinde, Solmaz Hanım'ın ve onun sağ görüşlü bir sosyalbilimci olan babasının trajedisini anlatırken, özellikle 1960'lara kadar olan yıllardaki devlet ideolojisini ve toplumsal hayâtı çok iyi sergiliyor. Olayların cereyân ettiği târih ve mekân, insan tipleri, siyâsî dalgalanmalar, Türkçülüğün ırkçılıkla yer değiştirmesi gibi motiflerin hepsini, bu kısa değerlendirme içerisine katmak mümkün değil; ama bu romanı sevmemin asıl nedeni, Selim İleri'nin, Solmaz Hanım'la kurduğu ilişki oldu. Pek az metinde, yazarla kahramânı arasında böylesine bir yakınlık görülebilir. İleri, fazla göze batmayacak bir biçimde, zaman zaman hikâyeye katılıyor ve okuyucunun; yalnızlığa boğulmuş, giderek aklını yitirme noktasına gelmiş, hayâtı umutsuzca değiştirmeye çalışan bu kadını, daha derinden kavramasına yardımcı oluyor.
" 'Solmaz Hanım, Kimsesiz Okurlar İçin', sevgi ve sevgisizliğe dair yakıcı bir roman."
[Ömer Türkeş, "2000 Yılı Romanları", Virgül, Şubat 2001, sayı 38, sayfa 39-40]
[Bu yazı, AKŞAM KİTAP dergisinin 14 Eylül 2012 Cumâ târihli 20. sayısında yayımlanmıştır.]
Akşam Kitap’ın geçen ayki sayısında (Ağustos 2012, sayı 19),
Erol Üyepazarcı üstâdımızın “Çok Bilinen Kalemlerden Az Bilinen Polisiyeler”
başlığıyla yayımlanan yazısını –her yazısı gibi- zevkleve çok şeyler öğrenerek okudum. Yazısındaki
“…ünlü
tiyatro yazarı Cevat Fehmi Başkut ise çok başarılı bir polisiye roman olan
‘Valide Sultan’ın Gerdanlığı’nı yazacaktır.” cümlesinde durakladım. Bu roman
hakkında, daha önce de bir iki övgü duymuştum. Roman, yaklaşık bir yıl evvel,
düzenli olarak iştirâk ettiğim bir kitap müzâyedesinde satışa sunulmuş;
bendeniz de almıştım. İşte bir yıldır kitaplığımda yatan ve tarafımdan okunmayı
bekleyen bu romanı kıraat etmek, Erol Üyepazarcı’nın “çok bşarılı bir polisiye
roman” tesbitini okuduktan sonra, elzem olmuştu. Eseri, büyük bir zevkle
okudum…
Cevat Fehmi
Başkut’u, “Paydos” ve “Buzlar Çözülmeden” adlı piyeslerinden
tanıyordum. “Buzlar Çözülmeden”, çok beğendiğim bir eserdir. Bu oyun, iki kere
filme de alınmış: İlki, Nejat Saydam’ın rejisörlüğünde, 1965 yılında; ikincisi
ise Kartal Tibet’in yönetmenliğinde, 1986’da. Nejat Saydam, eserin ismine sâdık
kalırken, Kartal Tibet, “Deli Deli Küpeli”yi tercih etmiş. İlkinin başrolünde
Fikret Hakan, diğerinde Kemal Sunal oynamış. Benim kanaatime (ya da zevkime)
göre, ilk film çok başarılı. Fikret Hakan, oyunculuğuyla –âmiyâne tâbirle-
âdetâ ‘döktürmüş’.
Behçet
Necatigil’in “Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü”nden naklediyorum: “1905’te doğan
Cevat Fehmi Başkut, Eyüp Rüştüyesi’nde ve İstanbul Sultânîsi’nde okudu. 1928’de
başladığı gazetecilik hayatından, Cumhuriyet gazetesinde yazı işleri müdürü
iken, 1963’te ayrıldı. Feriköy mezarlığında gömülü. Basılan ilk kitabı, “Geceleri Bizi Kimler Bekliyor?” adlı
bir röportaj dizisi olmuştu (1933). “Kadın
Bir Defa Sever”, “Dişi Aslan” adında iki roman, birkaç da polis romanı (“Valde Sultanın Gerdanlığı” 1954)
yayımlamıştı. (Necatigil, “birkaç” adet polis romanı yazdığını söylemiş; fakat,
bildiğim kadarıyla, tek polisiye romanı; hattâ tek romanı vardır Başkut’un. –O.
ÜÇER) Oyun yazarlığına 1942’de başladı. Konularını gündelik hayattan, olay ve
insanlar arasındaki gülünç çatışmalardan alan, kişilerini genellikle ahlâk
açısından eleştiren komedileriyle tanındı. “Paydos”
(1948) en ünlü oyunudur.”
İşte, 1954
yılında Harman Yayınevi tarafından yayımlanan “Valde Sultanın Gerdanlığı” adlı polis romanı (ya da eski tâbirle,
“zâbıta romanı”), Cevat Fehmi’nin, -oyunları kadar meşhur olmayan- çok güzel
bir romanıdır. Bu roman hakkında, Selim İleri, “Cevat Fehmi Başkut” adlı
yazısında "...Cevat Fehmi'nin bir de 'Valde
Sultanın Gerdanlığı' adlı polisiye romanını, birkaç kez, tat alarak
okumuşumdur. ..." diye söz etmiştir. [Selim İleri’nin bu yazısı, 2003
yılında Doğan Kitap’tan çıkan “Uzak, Hep
Uzak” adlı deneme kitabındadır. (s.75) ]
Tartışmasız, polisiye roman konusunda bir numaralı isim olan üstâd Erol
Üyepazarcı’nın , Oğlak Yayıncılık tarafından 2008 senesinde neşredilen, iki
ciltlik (1150 sayfalık!) “Korkmayınız Mister
Sherlock Holmes! / Türkiye’de Polisiye Romanın 125 Yıllık Öyküsü (1881-2006)” isimli
o anıtsal eserinde, Cevat Fehmi’nin bu romanından da –doğal olarak- bahseder:
“Cevat Fehmi Başkut’un polisiye romanının kahramanı Rıdvan Sâdullah, zengin bir
adamdır, polisiye olaylara meraklıdır, pek çok olayın çözümünde polise yardım
ettiğinden, her esrarlı olayda kendisine başvurulmaktadır; yâni, İstanbul’un
bir nevî Sherlock Holmes’üdür. Cevat Fehmi ise, onun umumî vekilidir. Birlikte
yaşarlar ve o da Doktor Watson rolünü üstlenir. Zaten olay Cevat Fehmi’nin
ağzından anlatılır.
“ ‘Valde Sultanın Gerdanlığı’,
klâsik anlamda tam bir ‘katil kim?’ romanıdır. Kurgu, olayların gelişimi ve
sonuç başarılı bir biçimde düzenlenmiştir. Eski mâbeyncilerden Hüsnü Bey’in şüpheli
intiharı, sonra Başkomiser Osman’ın ricâsıyla olayı inceleyen Rıdvan
Sâdullah’ın olayın cinâyet olduğunu ortaya çıkarması, suçun birileri tarafından
Hüsnü Bey’in genç karısı Nâzan ile akrabaları İhsan’ın üzerine yıkılmak
istenmesi, bu arada, İngiltere Kraliçesi Victoria’nın, Abdülmecid’in annesi
Bezm-i Âlem Vâlide Sultan’a hediye ettiği çok kıymetli bir gerdanlığın, 31 Mart
Olayı sonunda Yıldız Sarayı yağmalanırken, Nâzan’ın babasının eline geçtiği
rivâyeti, olayları iyice karıştıracaktır. Bu arada, Nâzan ve İhsan’ın
kaybolmaları, Nâzan’ın ablası Kevser’in Büyükada’da bir otelde ölürülmesi ve
ertesi gün cesedinin morgdan çalınması ise Başkomiser Osman’ın deyişiyle,
işleri arapsaçına çevirecektir. Bütün bu olaylar içinde Rıdvan Sâdullah,
yalnızca akıl yürütmesiyle olayları sıraya sokacak ve sürpriz bir finalle, asıl
katilleri suçüstü yakalayacaktır.” (s.345-346)
BİR TÜYO
Romanı bulup da okuyacak olanlar, 110.
sayfadaki şu cümleyi mantıkî bir şekilde kurup, burada saklı olan şifreyi belki
de çözebileceklerdir:
“Ara-nakışlı-rafında-kraliçenin-merdivenle-lâal-zâviyede-renkli-devvâr-ettiği-dolabın-hediye-gerdanlığı.”
Açıkçası, işin aslını öğrenince, bu cinâyetlere hak verilebilir diye de
düşündürüyor Cevat Fehmi. Kitabın başına epigraf olarak aldığı (ayrıca, sayfa
149’daki “5.” bölümün de adı olan) şu Fransız darbımeseli, bu romanın “ana
fikrini” teşkîl ediyor: “Bir cinâyet, ekseriyâ daha büyük cinâyetlere tekaddüm
eder.”
YAYINCILARA VE YÖNETMENLERE ÇAĞRI
Sonuç olarak, şunu söylemeliyim: “Hakiki Türk dedektifi” (s.41) Rıdvan
Sâdullah’ı ve yardımcısı Cevat Fehmi’yi çok severek okudum. Keşke, bu türde tek
romanla yetinmeseydi Cevat Fehmi Başkut. Yayıncılar bu kitabı keşfetmelidirler.
Hayır, “sanat açısından” değil; çok şükür (!) kimsede böyle bir ‘kaygı’ yok. Bu
kitapta “iş var”; yâni “ekmek yedirir.” Konu sıkıntısı çeken yönetmenler için
de güzel bir “ganimet” bence.
Yaşar Nâbi, edebiyatçılarımızın cevaplaması üzerine anket soruları hazırlamış ve bu soruları, bugün artık hepsi klâsik mertebesinde olan yazarlarımıza göndermiş. Bu sorular, Varlık Yayınları'ndan "Edebiyatçılarımız Konuşuyor" adıyla, 1953 yılında yayımlanmış. Soruların yöneltiği sanatçılar arasında, Haldun Taner de var.
Haldun Taner'in, o ankete verdiği cevaplardan son ikisini, önemli olduğu gerekçesiyle, buraya naklediyorum:
Soru: Bugünkü edebiyatımız hakkında hükmünüz? Cevap: Kanaatimce, bugünküler dünkülerden çok daha iyi yazıyorlar. Teşbihte hatâ olmaz derler; ben eskileri, kafe şantanlarda, keman çalan routine sâhibi, tekniği kusursuz, fakat müptezel ifâdeli kemancılara benzetiyorum. Şimdikilerde ise, belki ne routine, ne de teknik var; fakat tonlarında, yay çekişlerinde, hakîkî bir violonist, hakîkî bir sanatkâr klâsı kendini belli ediyor. Şunu tavzîh edeyim ki, eskilerden kastım, M. Ş. Esendal gibi, bugünkü genç hikâyeci neslinin öncülüğünü yapmış şahsiyetler değil, ısıtıp ısıtıp ayni şeyleri önümüze süren, hem de ayni şekilde süren profesyonel muharrirlerdir. Mâmâfih, nankör olmayalım. Onlar öyle yazmasa idiler, bugünküler böyle yazamazdılar. Soru: Edebiyatımızın gelişmesi için neleri gerekli görüyorsunuz?
Cevap: Hebbel, sanatkârı ipek böceğine benzetmişti. <Pamuklu çamaşırlar moda olmakla, ipek böceği nasıl koza yapmaktan vazgeçmezse, sanatkâr da, rağbete filân kulak asmayıp, kendi köşesinde bildiği gibi kozasını yapmalıdır.> der. Eskiden çok beğendiğim bu söze, şimdi pek iştirâk edemiyorum. Sanatkâr ne evliyâdır, ne insan-üstü bir varlık. Ferâgatin de bir haddi olmak iktizâ eder. Hiç alâka görmeyen bir sanatkârdan ben pek iyi bir şeyler çıkacağını sanmıyorum. Halkla, geniş okuyucu kitlesi ile ilk temas şarttır. Okuyucusu üç bini aşmayan dergiler bu işe kâfi gelmiyor. İstedikleri, biraz hüsniniyet gösterebildikleri ve gerçek sanatkârları, içi geçmiş kof kıymetlere tercih edebildikleri gün, gazeteler bu fonction'u çok daha iyi başarabilirler. Neşriyat müdürlerinin dillerine doladıkları <Ne yapalım, halk öylesinden hoşlanıyor.> tevîli, ancak halkın önüne daha iyisini sürüp, menfî netîce aldıktan sonra meşrû olabilir. Bence genç istidatların çoğunu daha başlangıçta kırıp gücendiren, işte bu inatçı -ve hattâ mürettep diyebileceğim- alâkasızlıktır.[Not: İmlâya -"şapka" dışında- müdâhale etmedim. -O. Üçer]
[Bu yazı, 5 Eylül 2012 târihli ŞALOM GAZETESİ'nde yayımlanmıştır.]
Sanırım, kitapseverlerin en çok sevecekleri eser, sevdikleri
nesne, yani kitap üzerine yazılmış olan bir eser olacaktır. [Kitaba ‘nesne’
demekle haksızlık, hatta hakaret etmiş olabilir miyim? Bu soruyu, işin ehline;
yani, eski tâbirle “mecânin-i kütüb” denilen kitap delilerine (bibliyomanlara)
yöneltmek gerekir!]
Bugüne kadar,
kitaplar üzerine çokça yazıldı. Bu konuda, benim bildiğim ve okuduğum kitaplar
şunlar: “Geceleyin Kütüphane” (Alberto Manguel), “Kitabın Tarihi” (Albert
Labarre), “Kütüphane” (Enis Batur), “Kütüphanelerin Hikâyesi” (Fred Lerner),
“Kayıp Kütüphaneler/Antikiteden Günümüze Yok Olan Koleksiyonlar” (James Raven),
“Antikçadan Günümüze Her Yönüyle Kitabın Tarihi” (Svend Dahl). [Prof. Dr.
Hüsrev Hâtemî Hocamız, “Çelebi Bizi Unutma” kitabındaki “Ya Kebikec” yazısında,
Muzaffer Gökman adlı bir yazarın, 1966 yılında yayımlanan “Evimizin
Kütüphanesi” kitabından söz eder. Bu kitabı da bulursam okumak isterim… ] Yalnız,
şunu söylemeliyim ki, benim favori kitabım, son okuduğum ve bu yazının da
konusu olan “Kitap” adlı eser oldu… [Ayrıca, “Kitap”ı yayıma hazırlayan Ali
Akyıldız’ın yazdığı önsözde, “Necib Âsım’ın ‘Kitap’ı, Türkçede, konusu kitap,
kitabın tarihi olan tek telif eser olma hususiyetini el’an (hâlâ) muhafaza
etmektedir.” (s.10) bilgisi de var.]
“Kitap”ın yazarı,
şimdilerde adını çoklarının hatırlamadığıNecib Âsım (Yazıksız). Bir kitap âşığı olan Necib Âsım, orijinal adı
“Kitap” değil “Kitab” olan eserini, eski tarihle 1311 (1893) senesinde
yayımlatmış. Telif ve tercüme olarak, yirmi küsur eseri bulunan Necib Âsım,
1861’de Kilis’te doğmuş. Kuleli Askerî İdâdîsi (Lisesi) ve Harbiye Mektebi’ni
bitirmiş. Askerî okullarda Türkçe, Fransızca ve tarih dersleri hocalığı
yaptıktan sonra, albay rütbesiyle emekliye ayrılmış. 1934 yılında “Yazıksız”
soyadını alan Necib Âsım, Meşrûtiyet’ten sonra, İstanbul Üniversitesi’nde (o
zamanlar, İstanbul Dârülfünûnu’dur ismi) hocalık yapmış. 1927’de milletvekili
seçilen yazarımız, daha sonradan, âşık olduğu yazı çizi işine ayırmış bütün
zamanını. Türkçenin sadeleşmesini savunan bir dizi yazı kaleme alan Necib Âsım,
İstanbul Üniversitesi’nde Türkoloji kürsüsünü kuran ve Türk Dili Tarihi’nin ilk
profesörü olan bir isimdir. “Kitap”, işte böylesine önemli bir bilimadamının
eseridir.
Kendimi kitapsever,
hatta kitapperest olarak adlandıran ben, açıkça söylemek gerekirse, “Kitap”
adını taşıyan bu eserden şimdiye dek haberim olmamasının utancını yaşıyorum şu
günlerde. Gerçi, bunda benim cehaletimin payı büyük ölçüde olmakla birlikte;
işi gücü -doğal olarak- edebiyat olan, edebiyat dergilerinde ve gazetelerin
kültür sanat eklerinde köşeleri bulunan edebiyat sanatçılarının payı da, bence
azımsanmayacak ölçüdedir…(Üstad Doğan
Hızlan, “Çalıntı Kitap Deposu” kitabındaki aynı isimli denemesinde,Necib Âsım’ın “Kitap”ını anmıştır.) Neyse,
şikayeti bırakıp, yazıma döneyim.
“Kitap”ı, yeni
kurulan bir yayınevi olan “Büyüyenay Yayınları” yayımlamış. (Mayıs 2012) Bu
eser, yayınevinin yayımladığı ilk kitap aynı zamanda. Bir yayınevi için
böylesine önemli ve güzel bir eserle yayın hayatına başlamak hem çok prestijli,
hem de riskli: Prestijli, çünkü çok iyi bir eser; ama aynı zamanda riskli,
çünkü yayınevinin daha sonradan yayımlayacağı her kitap, doğal olarak, ilk
yayımladıkları eserle mukayese edilecektir. “Büyüyenay Yayınları”, deyiş yerindeyse,
kaliteli eserler yayımlamaya yazgılıdır artık…
“Kitap”ın yeni
harflere aktarımını (transkripte edilmesini), Prof. Dr. Orhan Okay Hoca kontrol
etmiş. [Önsöz’de, “metnin çevirisi” denmiş ama bu, yanlış bir kelime tercihi
olsa gerektir: Çeviri, iki farklı dil arasında olur; oysa burada, aynı dil
(Türkçe), fakat farklı yazı karakterleri/harfleri arasında aktarım yapılmış:
Eski yazı (Osmanlıca harfler)Türkçeden, yeni yazı (Lâtin harfleri) Türkçeye.]
Necib Âsım’ın
“Kitab”ı, daha önce de yeni harflere aktarılmış: İletişim Yayınları,
kuruluşlarının onuncu yılı şerefine, 1993 yılında, bu kitabı basmış. Ben o
baskıyı maalesef görmediğim için, kalitesi hakkında bir yorumda bulunamayacağım
ama özel bir yıldönümünde bastıklarına göre, güzeldir diye tahmin ediyorum.
(İçeriğiyle ilgili birkaç eleştiri yazısı okudum.) Büyüyenay ismindeki bu bebek
yayınevinin yayımladığı baskı, daha kapağıyla çarpıyor insanı. Yayınevini
kutlamak lâzım: Gerek kapağı, gerekse içeriğiyle (sayfa kalitesi, göz yormayan
renk seçimleri, rahat okutan harf boyutu ve satır araları, kitabı yayına
hazırlayan Ali Yıldız’ın açıklayıcı dipnotları ve kitapta geçen isim, kavram,
mekân ve olaylara dâir, Mustafa Kirenci’nin hazırladığı yüz yirmi sayfalık
“Açıklamalar” bölümüyle), enfes bir kitap olmuş… Kitabın fizikî kalitesi ve
güzelliği hakkında vereceğim şu misal, beni (ve benim gibi olan
kitapperestleri) bilenler için, yeterli bir delil olacaktır kanaatindeyim:
Okuduğum tüm kitapların altını çizen, sağına soluna notlar alan bendeniz, bu
kitabı çizmek şöyle dursun, ilk sayfasına adımı dahi yazmaya kıyamadım.
“KİTAP”IN HARİTASINI ÇIKARISAK:
“Kitap”ı yayıma
hazırlayan Ali Yıldız’ın kitaba yazdığı önsözde, “Necib Âsım’ın ‘Kitap’ı, kitap
hakkında bilgi sahibi olmak ve düşünmek için önemli bir müracaat kitabıdır”
(s.9) dediği bu eser, yirmi beş bölümden meydana gelmiş. Necib Âsım, “Kitap”ını
(ki, orijinal adı “Kitap” değil, “Kitab”dır.), “giriş” denilebilecek
“Mukaddime” ve okuyucularına (“Kârîine”) hitap kısmından sonra, ilk yazı
olarak, kitabın tarihiyle açıyor. Bu yazısında, kitabın tarih ve vasıflarına
temas ettikten sonra, “Yazı”ya geçiyor ve bizler, kitabı vücuda getiren
yazı’nın tarihine ve çeşitlerine dalıyoruz. Peki, yazı neden mürekkep? Elbette
harflerden. “Elifbâ” isimli üçüncü bölümde de, alfabeyi öğreniyoruz. Bu bölümde
kısaca; dilbilgisine/imlâya, körler alfabesine (“Âmâlar Elifbâsı”) [Braille
alfabesi –O.Üçer]; İbrânî, Yunan ve Romalıların, kendi alfabelerinde bulunan
harflere sayı değerleri verip , harf rakamları (“Erkâm-ı Harfiye”) kullandığı
bahsinden başlayarak, rakamların tarihine değiniyor.
Dördüncü bölümde,
bu harfleri yazacağımız gereçlere geliyoruz; yani, “Malzeme-i Tahrîriyye”ye.
Burada, en ilkelinden en modernine kadar (kitabın yazıldığı dönemdeki
modernlikten söz ediyorum elbette), yazı gereçleri anlatılıyor.
BİR SANAT OLARAK YAZI
Artık, kitabı
yazacak malzemelere sahibiz. Sıra geldi, “Yazma
Eserler”e; beşinci bölümün konusuna yani. Necib Âsım, bizi, Mısır mezarında
bulunan papirüs üzerindeki , cenaze merasimine âit yazmalara götürüyor ve
yolculuğumuzun başlangıç noktası burası oluyor. Antik medeniyetleri dolaşa
dolaşa, elyazmalarının pek az olduğunu söylediği Roma’ya, oradan da –artık,
Cengiz Han gibi, Hülâgû gibi, Timur gibi, “erbâb-ı şiddet”ten ve İspanya
yangınlarından ne kalmışsa geriye-, İslâm dünyasındaki kütüphanelere uğruyoruz.
[Bu kısımda, Vatikan’dan sonra en fazla kitaba sahip olan “İspanya Escorial
Kütüphanesi”ni (Manastır kütüphanesi
–O.Üçer) öğreniyoruz. Elli bin cilt gibi muazzam bir sayıda elyazması eser
koleksiyonu olan bu kütüphanenin sırrı, ağır cezâî yaptırımlarıdır: Papa
Gregory, buradan elyazması kitap çalanların aforoz edilmesini emretmiştir.
(s.300-301)] Bu kısmın sonunda, güzel yazıya da temas ettikten sonra, sonraki
bölümde, kıpkısa da olsa, “Unvân-ı Kütüp” dediği, kitapların
adlarına/künyelerine şöyle bir göz attırıp, elimizden tuttuğu gibi, kitap
meraklılarının arasına atar bizi Necib Âsım.
BİBLİYOFİL Mİ,
BİBLİYOMAN MI?
Kitap meraklılarını iki sınıfa ayırır
Necib Âsım: “Muhibbân-ı Kütüp” (kitapseverler) ve “Mecânîn-i Kütüp” [kitap
delileri ya da benin kendime verdiğim, aynı zamanda, internetteki bloğumun da
ismi olan “Kitappesest” (ler)]. İnsan bu bölümleri okuyunca sormadan edemiyor,
“Acaba ben hangi kategorideyim?” diye. Gerçi, kitap âşıkları kendilerini az çok
bilirler… Necib Âsım’ın yaptığı ayrımı dikkate alırsak, kendimizi, kitapsever
olarak tanımlamamız gerekecektir ama; en azından, ‘prestij’ olarak zorunlu
hissederiz kendimizi ilk gruba girmeye! Şöyledir bu fark: “Kitap delileri,
kitap muhiblerine (kitapseverlere) benzemezler. Bunlar yalnız kitap toplamak
isterler. Bunlarla, mesela posta pulu, kundura, çubuk, suffe, yumurta toplama
merakında olanlar arasında bir fark yoktur.” (s.128)
Necib Âsım, bize,
Saint-Simon’un hâtırâtından şu vakâyı nakleder: “Kont İstre” adındaki birinin
şahsi kitabı, 52.500 cilt gibi muazzam bir sayıyı bulduğu hâlde, bu adam, elifi
görse mertek sanacak kerte câhildir; ismini dahi yazamaz! Herhâlde bu da
patolojik bir vakâ oluyor artık…
Bu bölümde,
İngiliz ve Alman kitapseverlerin kendi aralarında karara vardıkları; “yatakta
okunmayacak, kenarına notlar yazılmayacak, yapraklar kıvrılmayacak, sayfaları
çevirmek için parmaklar ıslatılmayacak, yerken ve içerken okunmayacak, kitap
üzerine aksırılmayacak… “ gibi, onlarca katı kurallar var ki, okuyunca, “kitap
mı okuyacağız, yoksa, başına bir şey gelirse bir devletin mahvolmasına sebep
olacak bir emanet mi teslim alacağız?” dedirtti bana. Hele hele, nasıl bir
hayâlgücünün ürünü olduğuna karar veremediğim, evlere şenlik, “kedi veya
çocukların arkasından kitap atılmayacak” hükmü yok mu! (s.120)
“KİTAP”TAKİ DİĞER
KONULAR VE “KİTAP FALCILIĞI”
Yukarıda
anlattıklarımı takip eden bölümleri kısacak özetlemem gerekirse: “Takdime-i
Âsar”da, kitapların ithaf edilmesinden; “Kitap-hâne”de, içlerinde Ninova,
Babil, Bergama, İskenderiye gibi meşhur kütüphanelerden ve hangi ülkede kaç
kütüphane ve kitap olduğundan; “Kıraat-ı Umûmiyye”de, topluluğa (açık veya
kapalı alanlarda) kitap okumanın tarihçesinden; “Hâfız-ı Kütüp”te, ‘kitap
koruyucuları’ dediği kütüphane memurlarından; “İlm-i Esâmi-î Kütüp”te,
bibliyografi ilminden; “Kitapçılık”ta, mâlûm sanattan; “Kitap Falcılığı”ında,
ilginç bir fal türünden (işte bu bölüm çok enteresan; misal, Ortaçağ’da, kitap
falcılığının Yahudiler arasında yaygın olduğunu söylemiş. Yöntem şu: Tevrat’tan
rastgele bir sayfa açılır ve bilinmek istenen neyse, ona ulaşmaya çalışılır.);
“Kütüb-i Memnûa” (Yasak Kitaplar)’da, tarih boyunca yasaklanan kitaplardan ve
kitap yakma (“ihrâk-ı kütüb”) faciasından; “Kitaplar Ne Yolda Te’lif Ediliyor
(Yazılıyor)?”da, haklı bir sorudan; “Tercüme”de, çeviri sanatının zorluğundan;
“İhtisâr-ı Kütüp”te, büyük kitapların özet (muhtasar) hâllerinden; “Hangi Kitapları
Okumalı?”da, bugün de şikayetçi olduğumuz bir dertten; “Kitaplara Mükâfat”ta,
hâlâ sürmekte (ve talep edilmekte) olan, maddi ve manevi ödüllerden;
“Tıbâ’at”ta, Gutenberg’den itibaren çeşitlenen baskı tekniklerinden; “Yazı
Bilgiçliği”nde, bugün dünyada ve ülkemizde hakkında kitaplar yazılan,
‘elyazısından karakter tahlil etme’ işinden; “İmza”da, tarih boyunca imza
anlayışıyla, Türk ve Çin âdeti olan, -imza atamayanların yaptığı- parmak basma
eyleminden; “Mühür”de, Tevrat’tan başlayarak [Firavun’un Yusuf peygambere,
Mısır’ın idaresini verdiğini sembolize eden mühür-yüzüğü vermesi (Tekvin,
41/42) ve Süleyman’ın Mührü (Magen David –O.Üçer) gibi], bir iktidar sembolü
olarak mühürden bahseder ve nihayet, “Kitapların Sonu” bölümüyle, bu güzel
eserini hitâma erdirmiş, yani bir anlamda ‘mühürlemiş’ olur.
Belli: Necib
Âsım’ın “Kitap” ismindeki bu muhteşem eseri, başucu, hattâ baştâcı kitaplarım
arasına girdi. Okuyacak olan bütün kitapseverler için de böyle olacağına eminim…