22 Kasım 2012 Perşembe

TİYATRODA

                                           Beki L. Bahar (1927-2011). Nûr içinde yat...
   

      Şiir, makale, deneme, derleme ve anı kitaplarının yanısıra, tiyatro eserleri de olan merhume Beki L. Bahar'ın, sevdiğim şiirlerinden olan "Tiyatroda"yı paylaşmak istedim...

TİYATRODA
Kurulunca bir numaralı koltuğa
Değme keyfime karanlıkta
Yargıç kesilirim bir anda
Yargılarım ışık içinde olanları

O ooo hem de kimleri
Örneğin: Sekizinci Henri'yi
Veya Deli İbrahim'i
Bazen de kan başıma çıkar

Savcılığım ağır basar
Suçlar, suçlarım durmadan
Nasıl olur anlamam
Hızımı alamam

Makyevel'im artık tamam
Gelsin dar ağaçları, giyotinler
Daha bilmem neler neler
Korkunç!

Ne de merhametsiz olabiliyormuş
Karıncayı incitmeyen kişi
Bir koltukta bulunca kendisini...

19 Kasım 2012 Pazartesi

TÜYAP KİTAP FUARI’NDA BİR CEVELAN

                                       "Bana bu sorularla gelmeyin kardeşim!" bakışı.

     Bundan önceki, “Jennifer Lopez mi, Kitap Fuarı mı?” başlıklı derin varoluşsal yazımda (Bkz: http://orcunucer.blogspot.com/2012/11/jeniffer-lopez-mi-kitap-fuari-mi.html) , yaşadığım gerilimli ikilemden söz etmiştim: Ya, arkadaşımın davetlisi olarak Lopez nam hâtunun konserine gidecek, yahut da dünyanın en sıkıcı işi olan Kitap Fuarı’nı tercih edecektim. Nitekim, o yazımdan da anlaşabileceği üzere, ikincisinde karar kıldım. Sonuç: Sabahın 10’undan akşamın 8’ine kadar ırzına tasallut edilmiş ayaklarımın isyan bayraklarını çekmesi ve beni evime (ben-i ev! J) dar atması oldu. Nasıl yorulduğum şurdan (Bkz: Link veremeyeceğim) hesap edilsin ki, akşamın 10’undan, sabahın altısına kadar deliksiz  bir uyku çektim. Şu satırları yazdığım (09:20) saate kadar da, sporumu ve kahvaltımı yapıp, gazetelerin manşetlerine göz gezdirdim. Heyecanla, CNN Türk’te, Yalım Eralp’in yolunu gözetmekteyim. Sabık sefir-i kebirimizin (siz Türkler nası diyoğr; “Büyükelçi”?) dünya gündemine dâir yorumlarını dinlemeden katiyyen huzur bulamoorum… Seviliyorsun “Monşeğhr”.  (Yalnız, Beyefendi’nin papyonuna hasta olduğum gerçeğini şerh düşmeden edemiyeceğim…)
     Bu güncemin başlığı, mâlûm olduğu üzere, Hâce-î evvel nam muharririmiz merhum Ahmed Midhat Efendi’nin o meşhur “Avrupa’da Bir Cevelan”eserinden mülhemdir. Elbette, bendenizin bu cevelanı (dolaşması, gezisi), Efendi’ninki kadar geniş hudutlu değil; mâmâfih, ondan daha az heyecanlı da değil! Hatta belki de daha maceralı. Nasıl olmasın: Beş adımda bir ayağıza basılacak, incelemek istediğiniz kitaba ulaşmanız, Prometheus’un tanrılardan ateşi çalmasından daha zor olacak, sevdiğiniz yazara imzalatmak niyetiyle evden getirdiğiniz kitaplarınız, yayınevi sahibi ya da çalışanlarınca, ödeme yapılması için kasaya yönlendirilmek istenecek; evden getirdiğinizi söylediğinizde de ‘İnanmadım ama hadi öyle olsun’ bakışlarına maruz kalacak, seviğiniz yazar –Allah muhafaza- popüler ve/veya çok okunan bir yazarsa, onunla iki kelâm edebilmek için kuyrukta saatlerinizi harcayacak;  sağ olsunlar, büyük yayınevlerinin iki salonda birden imza günleri düzenlemesi nedeniyle, yüzlerce insanın kucağında kabir genişliğindeki koridorlardan geçeceksiniz  –üstelik, bu koridorlardan birini mesken tutmuş olan uzakdoğulu bir abinin, her geçişinizde elinize tutuşturduğu kişisel gelişim broşürünü, bu sefer hangi yayınevinin tezgâhına bırakacağınızı dert etmeniz de cabası-… Neyse, bu kadarı kâfi. Gitmek isteyenleri olumsuz etkilemek istemem doğrusu… (Öyle bir niyetim olsaydı, şehirlerarası mesabesindeki/mesafesindeki yolculuğu da söylerdim.)
     Tabii bunlar işin şakası; yahut da, ulaşılacak güzelliklere giden yoldaki tatlı engeller. Peki, nedir o güzellikler? Elbette, sevdiğiniz sanatçılarla sohbet edebilme olanağı. Şahsen dünkü Fuar ziyaretimde, bu hususta epey istifade ettim: Gider gitmez, Hilmi Yavuz Hoca’nın “Avrupa’nın Zihin Tarihi” başlıklı sohbetine katıldım. Ardından da imza saati geldiği için, Timaş Yayınları’nın standına gittim. Hoca’yla öpüşüp, zamanın elverdiğince bir iki kelâm ettik. Hoca, benim Facebook dışında da bir hayatım olduğunu görünce epey şaşırdı doğrusu. J

     Ardından, çok sevgili arkadaşımla birlikte, İnci Aral’ın yanına gittik. İnci Hanım’la önceki fuarlardan ve Selim İleri’nin davetlisi olarak gittiğimiz, İleri’nin aldığı Aydın Doğan Öykü Ödülü  (2012) töreninin yapıldığı Hilton’dan tanışıyorduk zaten. Zarif eşi Ali Bey de oradaydı. Ali Bey, tıp fakültesi son sınıfta okuyan arkadaşımın meslektaşıydı aynı zamanda…

     Sevdiğim yazar Sevinç Çokum’la ilk kez bu fuarda tanıştım. Onun, ilk çıktığı yıl okuduğum ve sevdiğim romanı “Tren Burdan Geçmiyor” üzerine nicedir yazmak istiyordum. Tembellik yapmayıp yazmalıyım…
     Çok sevdiğim şair ve yazar (aynı zamanda da tıp profesörü) Hüsrev Hatemi’yi uzun bir aradan sonra görmek büyük mutluluktu. Emekli olmadan evvel, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’ndeki odasında az sohbetlerimiz olmayan Hoca’yla, diyebilirim ki, hasret giderdim. Bir sürprizle de karşılaştım: Hoca’nın “İl, Dil, Din Üzerine” adını verdiği kitabı yayımlanmıştı. Sağ olsunlar, beni mahcup etme pahasına, imzalayıp hediye etme lûtfunda bulundular.

     Muazzez İlmiye Çığ ile maalesef çok fazla konuşamadık. Hanımefendi’nin başı çok kalabalıktı, yormak istemedik.

     “Bazen Hayat” kitabında topladığı öykülerini severek okuduğum Sine Ergün’le kısa ama güzel bir sohbetimiz oldu. Okumadığım bir kitabı yazarına imzalatmak âdetim değildir ama yakın zamanda hemen okuyacağım için “Burası Tekin Değil” kitabını da imzalattım. Güzel öyküler beni bekliyor…

     Sahaf seksiyonunu elbette gezdim. Yakın zamanda biten Beyoğlu Sahaf Festivali’ne katılanların bir kısmını orada da gördüm. Ayrıca, Emin Nedret İşli Bey’in standında, Derya Tulga Bey’le karşılaştım. Sohbetimizde, Derya Bey’in sevgili kedisi Aşil’le benim sevgili kedim Ester’i baş-göz etme niyetimizde bir mutabakata varamadık. 
J  Orada, üstâd-ı âzam Doğan Hızlan’ı da gördüm. Merhabalaşıp ayrıldım; sıkmak istemedim. Ama herkes benim kadar düşünceli değildi tabi. Âdeta pop star muamelesi yapıldı Cumhurbaşkanımıza: Ben diğer salona geçerken, fotoğraf çekilmek isteyenler mini bir kuyruk oluşturmaya başlamışlardı!  J

     Buket Uzuner’le olan sohbetimiz, hâl hatır sormaktan ibaretti; kısıtlı zamandan ötürü, fazlası mümkün değildi zaten. Buket Hanım’ın içten gülümsemesi ve gülen bakışları, kısa da olsa zevkli kıldı konuşmamızı…

     Gelelim en sıcak sohbete: Münib Engin Noyan abimle, yarım saatlik has muhabettimiz… Engin Abi’nin sohbetini nasıl özlediysem, doyamadım. Bu yarım saate; üzerinde çalıştığı ve yalnız bana söylediğini söylediği için burada açıklayamayacağım bir çalışmasını, eskiden birlikte çalıştıkları Attilâ İlhan ve Sanat Olayı dergisini, akrabası ve edebiyatımızın en güçlü kalemi Refik Hâlid Karay’ı, elbette ve illâki Muhammed Esed’i sığdırdık. Engin Abi’nin yetişmesi gerektiği bir nikâh olduğundan, yakın zamanda görüşmek üzere vedalaştık…

     Bir şey unutmadıysam, benim dünkü Fuar günlüğüm bu kadar. Aldığım kitapları ve dönüş yolunda çektiğim çileleri yazacak değilim; zira, bunca güzelliğin üzerine hiç çekilmez…

     Ooo,  Yalım Eralp üstâdımız (nâm-ı diğer Mr. Papyon) konuşmaya başlamış. Hadi ben kaçtım…

                                                                                                                                              19.11.12 Pazartesi



(Fuar'da çılgınlar gibi eğlenebilirsiniz. :) )

17 Kasım 2012 Cumartesi

JENNİFER LOPEZ Mİ KİTAP FUARI MI?





     Arkadaşım tarafından Jeniffer Lopez konserine davet edildim ama maalesef reddetmek mecburiyetinde kaldım. Çünkü ey ahali, bu cumartesi (17 Kasım 12) TÜYAP Kitap Fuarı (aslında İstanbul Kitap Fuarı’dır onun adı ya, neyse.) başlıyordu ve ben kendime fena hâlde acı çektirmek istediğimden, mezkur fuara gitmeyi tercih ettim… Evet, şaşkınlıktan ağzınız beş karış açıldı (o ne ağızmış ‘bilader’) farkındayım ama durum bundan ibaret.
    
    
Evet, nedense, kitap fuarında sıkılmayı düşünüyorum. Şu sıralar acı çekmeye ihtiyacım var. Sevgilim fena hâlde canımı sıkıyor zaten ama hayat da sıkıyor. (Şu “fena hâlde”yi iki kez kullanmışım. Al işte buna da kıl oldum, iyi mi!) Galiba aşk acısı her şeyi berbat görmemi ‘sağlıyor’. Kitap bile okuyamıyorum örneğin! Evet, kıyamet alâmeti gibi bir şey ama öyle… Televizyon seyretmeyi zaten sevmem ama şu sıralar afedersiniz malak gibi koltuğa yayılıp mal gibi televizyona bakmak istiyorum. Nitekim yaptım da... Aradan yarım saat geçince annemin ikazıyla kendime geldim: “Oğlum ne demeye kapalı televizyona bakıyorsun, açsana!” Aaa, bir de açılıyor muydu bu? Anlaşılan mallıkta çıtayı epey yükseltmiş, doktora seviyesine gelmişim…
    
    
Neyse efendim, annemin ‘Ne olacak bu çocuğun hâli’ diye tercüme edebileceğim kaygı sağanağı bakışlarını görmezlikten gelip kumandaya davrandım. Başladım safariye. Anacığım nereye başlıyorsun, cezbeden hiçbir şey yok ki! Yıllar önce romanını okumaya niyetlendiğim ama sıkıcı konusundan ve daha da mühimi edebi olmayan dilinden ötürü elli sayfadan ötesine tahammül edemediğim “Huzur Sokağı”nın dizisini çekmişler. Hadi ona da beş dakika şans vereyim dedim. Yok arkadaş, üçüncü dakikada pes ettim! Seyrettiğim bölümde, esas oğlanla esas kız, bir arabadaydılar. (“jeep” miydi?) Yalnız, kamera o kadar girmişti ki, sanki  bizim salonda, karşımda oturuyorlardı. Esas oğlan rolündeki oyuncu (adını bilmiyorum), bir meşe ağacının sinemadaki yeteneğini hâizdi, desem abartmış olmam; hatta belki eksik bile söylemiş olabilirim: Yeri ve zamanı uygunsa, bir meşe ağacı iyi bir oyuncu (metafor, vs.) olabilir. Bahsettiğim oyuncunun ise yalnızca dudakları kıpırdıyordu. Sert bakışları (“vaay, karizma erkek” dedirtmek içinse bu bakışlar, boşuna bence; çünkü değil), arada bir de direksiyon çeviren elleri de, ‘oyunculuğunun’ bonusuydu. Ee, böyle dizinin alıcısına böyle bonus! Gelelim esas kıza (heyhat ki, esas kızı oynayan oyuncunun da adını bilmiyorum): Saten başörtüsüne, boya küpünden çıkmış gibi bir yüz eşlik ediyor; ciğer kırmızı dudağı, al al (allıklı allıklı) yanağı, otomobil farından hâllice farı ve kat kat rimeli de, manzarayı tamamlıyordu. Ee, hani esas kızın bonusu? Var efendim, olmaz mı: Gayetle alınmış kaşları. Üç dakika dayanabildiğim tahammülfersa dizide topu topu üç kelime konuştular. Arayı, müzik ve uzun bakışmalar doldurdu. (Aslında bu durumda arayı o –ne olduğunu şimdi hatırlamadığım- üç kelime doldurdu demem gerekirdi. Müzik arası dizi; adeta şarkı klibi.) Başka kanallara zıplamayı göze alamayıp kapattım âleti. Doğrusu,  bu hâliyle izlenilebilitesi arttı televizyonun.

      
Sözde kitap fuarından söz edecektim, dizi eleştirisine soyundum; resmen “Telesijey”e bağladım. (Şaka tabii; “Telesiyej”, ciddi eleştiriler yapıyor bu hususta. Hakikaten müstefit oluyorum.) Efendim, esasen bu kitap fuarlarında bir numara yok. Yani yıllardır giderim, hem de neredeyse açık olduğu her gün; ama git gel hep aynı: Kalabalık, kalabalık ve kalabalık. Fırsat bulunca, kitaplara da bakılabiliyor arada. ‘İndirimli kitap alma avantajı’ da pek cazip değil, çünkü öyle aman aman bir indirim de yok. Sâir zamanlarda, herhangi bir kitapçının yaptığı indirimlerden hâllice. Fuarın o uzuuuun yolu göz önünde bulundurulursa, o küçük fark hiç de çekici gelmiyor… Peki ne demeye gidiyorsun be kardeşim?, diyeceksiniz. Eh işte, alışkanlık, n’aparsınız… İçkim kumarım yok ama bu fuar sayesinde eksikliğini hissetmiyorum. Ee, ne de olsa insanın en azından bir iki kötü alışkanlığı olmalı şu dâr-ı dünyada…
    






(Fuar varken buna kim bakar allasen! :) )

1 Kasım 2012 Perşembe

UYUMSUZ DEFNE KAMAN'IN MACERALARI - SU


         [Bu eleştirim, "Ada" dergisinin Güz 2012 târihli 16. sayısında yayımlanmıştır.]


 

     -Fethi Naci'nin anısına.-


     Buket Uzuner'in, bir dörtleme olacağını ve "Hava", "Toprak"la sürüp, "Ateş"le noktalanacağını söylediği "Uyumsuz Defne Kaman'ın Maceraları"nın ilk cildi olan "Su" romanı yayımlandı. Mesaj verme kaygısında olduğunu zaman zaman hissettiren, ama polisiye kurgusuyla yazıldığı için rahat okunulan romanın ana konusuna kısaca değinelim:
Roman, gazeteci Defne Kaman'ın kaybolmasını öğrenmemizle başlar. "Gazeteci Defne Kaman ... yüzyılın bu en sıcak yazının ortasında çok sıcak bir salı gecesi, Kadıköy'den 20:45'te kalkan Barış Manço Vapuru'na biner[...]..." (s.14), bir daha da inmez. Kamera kayıtlarında yoktur vapurdan iniş görüntüsü. Şâhitler de görmemişlerdir vapurdan indiğini. Defne'nin annesi Ayten Bayülgen, ablası Aysu Bayülgen Peker ve anneannesi Umay Otacı Bayülgen, kayboluşundan otuz dokuz saat sonra, Kadıköy Karakolu'na kayıp müracaatında bulunurlar. Karakolun komiserlerinden Ümit Kaman (evet, onun da soyadı Kaman'dır), o gün yıllık iznine ayrılıp, memleketi olan Kaman'a gitmek ve orada şırıl şırıl akan derenin kenarına hamak kurup, dinlenmek hayâllerindedir. Bu kayıp vaka ile mesai bitimine kadar ilgilenip, nihâyet izine ayrılacaktır; ama işler öyle olmaz. Bu olay ile ilgilenmeye başlar. Neden? Kendisi de bilmez bunu ("Bilmiyorum, belki de onu bulmak benim birine karşı -kime?- gönül borcumdur?" s.134); kendisi bilmeyince, okur nerden bilsin? Bu, romanın aksayan, havada kalan birkaç hususundan yalnızca biridir.
     Komiser Ümit Kaman, Defne Kaman'ı bulmasında yardım etmesi için, Sahaf Semahat’tan yardım isteyecektir. Sahaf Semahat, Kadıköy'deki "Kutlu Bilgi" sahaf dükkânını işleten ve orada yatıp kalkan bir kadındır. Kitap okumaya meraklıdır. Komiser Ümit'le, Ümit'in sevgilisi Tasvir'le "Kutlu Bilgi" adlı mekânına geldiklerinde tanışır...
     Evet, bir de Tasvir vardır. Ümit'in âşık olduğu bir kızdır. Tasvir de Ümit'e âşıktır. Ne ki, aralarında büyük bir engel vardır: Ümit Alevî, Tasvir ise Sünnî'dir. İki tarafın ailesi de, bu evliliğe karşıdır...
     Karakterleri incelemeye birazdan gireceğim için, ayrıntıları es geçip, romanın konusunu kabaca tamamlamak istiyorum: Komiser Ümit Kaman, Sahaf Semahat ve onların hep yanında olan anneanne Umay Bayülgen, Defne'yi bulmak için epey çaba sarf ederler. Bu yolculuklarında, karşılarına kadın cinayetleriyle, hayvan ve doğa katliamları çıkar. Defne'nin çalıştığı gazeteden iş arkadaşı Attilâ Güntekin de, olayın çözülmesinde yardımcı olur. Ha, unutmadan; bir de defter vardır, bu olayı aydınlatan: Defne'nin yazdığı "Su Kitabı". Yâni, Defne Kaman da yardımcı olmuştur kendisinin bulunmasına. (Defne, ayrıca, birkaç kez Ümit Kaman'a görünür, Kutadgu Bilig'den sözler yazılı olan kâğıtlar verir ve Ümit de Sahaf Semahat’a, bu şifreli kâğıtları götürür. Semahat, kedilerinin ismi olan Kutlu ve Bilgi'den de anlaşılacağı gibi, Kutadgu Bilig kitabını okumuştur. Hiç zorlanmadan, bu mesajların o kitaptaki sözler olduğunu anlar.) Defne'nin nerede olduğunu öğreniriz: Suda!... Kadın cinayetlerini (Defne, "erkek cinayetleri" der) araştırdığı bir yazı-dizisinde röportaj yaptığı mağdurelerden olan Sakine Neşeli'nin kocasından kaçmıştır. Bu röportaja sinirlenen dayakçı koca Savaş Neşeli, önce karısını öldürüp bahçeye gömer, ardından da Defne'nin peşine düşer. Peki, Defne bu esnada nerede saklanır: Suda! Evet, evet, suda... (s.291) [Umay Bayülgen de, torunu Defne'nin, tıpkı Yunus Peygamber gibi suda olduğunu düşünür. (s.201) ] (Romanda yaralı bir hâlde Kadıköy sahiline vurmuş/gelmiş bir yunus da vardır. Bu yunusu, Savaş Neşeli yaralamıştır. Nedeni de, gözlerinin Defne Kaman'a benzemesidir!) Nihâyet, kayboluşunun üçüncü gününde, Kadıköy meydanında, ıslak vaziyette Komiser Ümit tarafından bulunur Defne Kaman; daha doğrusu, Defne'yi bulamamanın üzüntüsüyle son bir kez orada, olay mahallinde dolaşan Ümit'e el sallar Defne ve yanına koşan Ümit'in kucağına bayılarak düşer. (s.312) Defne'yi, hemen Kalamış'taki evlerine götürür Ümit. Uzun bir uyku çektikten sonra, kendisini sevenlerin (ki, annesi ve ablası, kesinlikle bu sevenlerin içerisinde değildir: "Annem ve ablam Aysu, onları sevmem için bana şans vermiyorlar." s.80) arasına döner. (s.310) Sevinç gözyaşları dökülür; ama doğru düzgün dinlenmeden, patronu Cemâl Dokuzoğlu'nun, iş arkadaşı Attilâ Güntekin'le kendisine verdiği yeni görev için yola hazırlanır ve roman biter.
Bunun dışında, romanın diğer baş konusu ise Şamanlıktır (Kamanlık).
Şimdi, karakterleri tanıyalım:

DEFNE KAMAN
     Kadın cinayetleri, çocuk gelinler, hayvan ve doğa haklarına duyarlı bir gazeteci. Otuz altı yaşında. "Orta boylu, uzun kızıl saçlı, çilli, yeşil gözlü, boşanmış, çocuksuz..." (s.4) [Defne'nin boşandığı kocasının adı Dağhan'dır. Bu olaydan (Defne'nin kaybolması olayından) iki yıl önce evi terk edip, "Budistlere karışır". (s.7-8). Esasen, Defne'nin Dağhan'la evlenme kararı alması da ilginçtir: Onunla, şeftali çekirdeğinin 'anlamını' bildiği için evlenir Defne. 'Anlamını' bilseydi, çocukluk arkadaşı Timur'la evlenecekti. (s.241). Nedir 'mânâsı: "Şeftali, hayatı öğreten bir meyvedir." Çekirdeği de, "bir meyvenin, özellikle bir şeftalinin 'annesi' olma potansiyelini taşı[r]. (s236-237) İlginçtir, Dağhan daha sonra evlenip Bursa'ya yerleşir. (s.241) Eğer bu da, romandaki gereksiz sembollerden biri değilse, Dağhan'ın şeftali aşkından olsa gerektir.] Kitabın adında da verildiği gibi, "uyumsuz" bir kadındır Defne Kaman. Özel yaşamında da, mesleğinde de... Eyvallahı yoktur. "Sivri dilli ve hükûmetin dikine giden biridir" örneğin. (s.137) "Uyumsuz" olacağı, isminin konulma öyküsünden de bellidir: Ninesi Umay'ın dilinden naklediyorum: "...Kızım Ayten, hamileliğinin son ayındayken rüyamda Defne ile Apollon'u gördüm. ... Yunan mitolojisinde Defne, kendisine tecavüz etmeye çalışan yarı-tanrı Apollon'dan kaçabilmek için ağaca dönüşür ya, benim rüyamdaki Defne, tam tersine kendini kovalayan Apollon'u ağaca dönüştürüyor ve sonra kendisi ormanda özgürce mutlu yaşıyordu!" (s.193)

UMAY OTACI BAYÜLGEN
     Defne'nin anneannesidir. Defne, "Umay Nine" der. Çok-bilmiş, gıcık bir kadındır bana göre. Romanda da sıkça geçtiği gibi, hep bir "kraliçe edası" içindedir. "... ak saçlarını küçük kızlar gibi başının iki yanından sarkan iki saç örgüsü yap[an], uçlarını boncuklarla bağla[yan]" (s.2) bu kadının, romanın meselelerinden biri olan Şamanlıktaki Kam'ları çağrıştırdığı, kitabın ilerleyen sayfalarında da görülen bazı 'metafizik' (ya da başka bir okumayla, 'hastalıklı') hâllerinde de fark edilir. Nedir bu 'metafizik' güçler: Örneğin, Defne'nin kaybolduğunu ihbar etmek üzere karakoldayken, Komiser Ümit Kaman'ın telefonu çalar ve onu arayan kişinin, Ümit'in annesi olduğunu bilir. (s.12) [Ümit de bu duruma şaşırır elbette. (s.18).] Karşısındakinin düşüncesini okuyup, o sormadan cevabını verir. (s.189). Ara sıra, cezbeye kapılırcasına, yabancı bir sesle konuşur bu 'metafizik teyze.' (s.300) Bu kadın diğer fâniler gibi değildir meselâ: Rüyaya "yatar" (İslâm'daki "İstihâre"). Sonra, rüya görmez, ona "rüya gelir"; hatta gaipten haber verir, falan... (s.205). Yalnızca bir yerde, sahaf Semahat’la Yunus peygamber kıssâsı üzerine yaptıkları sohbette, Semahat’ın bir anlık duraksamasından, "kıssâ"nın ne olduğunu bilmediğini düşünür ve açıklama yapar (s.201); oysa Semahat, çok okuyan ve mitolojiyle dinlere meraklı biri olarak, elbette biliyordur "kıssâ" kavramını. Ama bu bile, inandırıcı kılmaz "Umay Nine"yi. Bana göre, fazla zorlama bir "süper-woman" karakter olmuş... Kültürlü bir kadındır Umay Bayülgen. [Umay'ın kendi soyadı "Otacı"dır. Otacı=Eczacı. (s.17) İleride de değineceğim gibi, roman bunun gibi simgeler ve göndermelerle doludur.] Eczacılık mezunudur. Ölmüş kocası Korkut da doktordur. (Korkut=Dede Korkut. Al sana bir gönderme daha!) Hangi dine mensup olduğu açık değildir. Kuvvetle muhtemel, Şaman'dır. Müslüman olmadığı ise açıktır: Sütkardeşlerin evlenmesinde, kendisi açısından "sakınca yoktur" çünkü. (s.240)


ÜMİT HAYDAR KAMAN
     Bunalınca, Atatürk portresine bakan bir komiserdir. (s.6) İkinci isminden de anlaşılacağı üzere, Alevî'dir. Annesi "Haydar" der zaten. (s.226) Kitabın arka kapağında, isminin "Ali Ümit" olduğu belirtilmiş ama romanda buna dair bilgi yok. Buket Uzuner, Ümit'in Alevî olduğunu âdeta gözümüze sokar: Ümit, herkese "Can" diye hitap eder örneğin. Ümit'in annesi de, her seferinde "Can Ümit'im" der, keza. (s.70, 83, 140, 149) Yeminini de "Allah'ın, Ali'nin aşkına" yapar. (s.242. 246, 256). "Erenler"i anar (s164, 221), "Alevî selâmı" verir (s.258), falan... Velhâsıl, parodi bir tip gibidir Ümit. Robotlaşmıştır âdeta; Alevî olduğu için, hep böyle konuşmak zorundadır, diye düşünmüş yazar sanki.

     Ailesiyle, Koşuyolu'ndaki bir sitede oturan (s.27) Ümit Kaman, on bir yıllık polistir (s.69). Tasvir adlı kızı sevmiştir ama "ailesi gençlerin evlenmelerini dini nedenlerle kabul etmemiş[tir]." (s.27) (Ümit Alevî, Tasvir Sünnî'dir çünkü.) Tasvir'in abisi Yunus, askerlik arkadaşıdır Ümit'in. O da karşı çıkar evlenmelerine. İki aile ve iki mezhep de bağnazdır bu hususta; "sabır ve hoşgörüyü hayat felsefesi yapmış bir gelenek" (s.27) olarak tanımlanan Alevîlik de, zannederim romana göre böyle bir iddiası olmayan Sünnilik de... Tabii burada insan sormadan edemiyor: İyi de kardeşim, biri komiser, diğeri de yüksekokul mezunu kız. Bunlar ne demeye ailesine bağımlılar ki hâlâ? Dinlemeyiversinler... Bu da romanın aksayan, havada kalan hususlarından biridir. Romanda buna iki yerde değiniliyor; biri 133, diğeri de, Sahaf Semahat’ın Ümit'e bu hususu hatırlattığı 157. sayfada; ama değinmekle kalınıyor. Tatmin edici bir açıklama yapılmadan, geçiştiriliyor. Büyük eksiklik... Bunun üzerine Ümit de, ailesini cezalandırmak için onlarla oturmaya karar verir. (s.70) Cezalandırması şu: O evde otel müşterisi gibidir; ailesiyle konuşmaz, selâmı bile zar zor verir, gelir gelmez odasına kapanır. Ailesini bu çocukça yöntemle cezalandıracağına, karşı çıkıp savunsa ya kararını/aşkını! Romanın ilerleyen sayfalarında dendiği gibi olmalıydı Ümit'in tutumu: "Baskıya karşı direnmek ve hayatını kurmak için mücadele etmektir" aslolan. (s.226) Sonra, şu da var: Defne, kendisini bulması için Ümit'ten yardım ister. Ara sıra sudan çıkar ve Ümit'in eline ıslanmış kâğıt tutuşturur. Kutadgu Bilig'den öğütler vardır bu kâğıtlarda/şifrelerde. Ümit düşünür (biz de): "Aynı karakolda kendisinden çok daha kıdemli, deneyimli ve daha cesur komiserler varken neden kendisini seçmiştir?" (s.70) Sorar ama yine havada kalan bir sorudur bu. Cevabı verilmez romanda. Hayır, elbette ki "Neden bu karakter?" diye sormayız; romancı istediğini yaratır ama bu soru romana konulmuşsa, tatmin edici gerekçesi de yaratılmalıdır. Okur tahminde bulunabilir bu soru üzerine; işte Alevidir, Alevîlikle Şamanlık arasında bağ kurulmaya da çalışılmıştır (s.60), soyadı da benzer (Kaman)... diye. Ama o sorunun havada kalırlığı, romana zarar vermeye devam edecektir...
     Romanın başında Ümit'i "su, su" diye yanarken görürüz. Susamış değildir elbette; istediği, bir an evvel yıllık iznine çıkıp, memleketi Kaman'a, dere kenarına gitmektir. (s.34) Romancının Ümit'e bu kadar "su" sayıklatması, romanın adının" SU" olması olabilir.
Kendisine aldığı tek bir model -o da gerçek değil, kurgudur; bir roman kahramanıdır-, New Yorklu dedektif Matt Scudder; devamlı, "Şimdi o olsaydı bu durumda ne yapardı?" diye düşünen, çocuk gibi bir adamdır Ümit Kaman (s.262). Lâf aramızda, fazlasıyla da gıcıktır. Sevemedim onu. Samimi ve sıcak değil, yapay buldum. Romanda, ona yazılan diyaloglar da kötüdür. En az on defa, 'metafizik teyze' Umay Otacı Bayülgen için "Var bu Umay Nine'de bir sihir efsun." diyor. (Bir örneği, 266. sayfada). Tıpkı, sevgilisi Tasvir için, en az yirmi defa, "Memleketin en güzel esmeri" demesi gibi. Anladık be adam!.. Yazarı da sevmemiş olabilir Ümit'i. Sevilecek gibi değildir.
     Sonunda Tasvir'le kavuşurlar birbirlerine. (s.320)


SAHAF SEMAHAT
     Adı üzerinde, sahaftır. "Kutlu Bilgi" (Kutadgu Bilig -O.Üçer) adlı dükkânı, Moda'dadır. (s.54) Kitabevinin adı, Kutlu ile Bilge adlı kedilerinden mütevellittir. ["Kitap ve hayvan sevmeyen insana güvenmem" (s.43) diyerek, gönlümü fethetti.] Nevşehirlidir. Hikâyesini bu romanda öğrenemeyiz ama. Hep parça parçadır bilgiler: Örneğin, "geçmişinde sır olarak sakladığı uğursuz olayı" vardır Semahat’ın. (s.65) Tasvir'in intihar mektubunu okuyup (ölmez ama Tasvir, kurtulur) ağlayan Ümit'e, "... benim için... bütün ayrılanlar için... ağla" der (s.219); ama bu "kişisel nedenlerle kimliğini ve geçmişini saklamak zorunda kal[an]" (s.225) ve asıl adı Sema olan (s.171) kadının, tabir-i câizse, bir türlü öğrenemeyiz karın ağrısını. Dörtleme olacağından, diğer ciltlere saklamış olmalı Buket Uzuner, Sahaf Semahat’ın öyküsünü. Ama şöyle bir sorun var: Uzuner, bu romanla alâkalı, 10.3.2012'de, Sabah gazetesinden Figen Yanık'a verdiği ve Sabah'n "Cumartesi" ekinde "Kadınlar Birlik Olursa, Kadına Şiddet Kalmaz" başlığıyla çıkan röportajda, "İsteyen Defne dizisini birbirinden bağımsız da okuyabilecek, beğenmezse bırakabilecek yani..." diyor. Eğer öyleyse, Sahaf Semahat’ın, bir iki yerde dillendirilen geçmişine dair kötü hikâyesini okur öğrenemeyecek demektir; yâni -Çehov'dan alıntı yaparsak-, sahnedeki silâh patlamamış olacaktır. Böylesine "havada kalmışlarla" dolu romanın da, beğeneni az olacaktır hâliyle. Oysa ben, bir okur olarak, "İnsanlara güvensizlikten, yoğurdu üflemeye bile yanaşmayıp, yoğurttan vazgeçen" (s.172); "kedileri dışında ne bir bekleyeni, ne de sevincini paylaşacak bir yakını" olan (s.187) bu kadını tanımak ve "başına gelenler[i]" (s.317) öğrenmek; "... içindeki Eros'u bastırıp, kadınlığını unutan ve unutturan" (s.154, 170) kötü olayları bilip, belki de Semahat ile bir okur-kurgu karakteri saflığıyla dertleşmek isterdim. Bence romanın en inandırıcı ya da sıcak karakteridir Sahaf Semahat.

ROMANDAKİ (GEREKSİZ) SEMBOL/SİMGE BOLLUĞU
     Bu romanı okurken, şunu da düşünmedim değil: Yazar, sanki yalnızca Şamanizm’i (Kamanlığı) anlatmak istemiş, romanı da buna vâsıta kılmış. Bunu bana düşündüren nedenler, Şamanlık hakkında verilen bilgilerin fazlalığı ve zorlama olan simge/sembol bolluğu. Bu kadar da gönderme olmaz, dedim okurken. Örneklere geçmeden, şunu yazayım: Romanda, Türkiye insanının bugünkü alışkanlıkları ve/veya âdetleriyle, Şamanlık arasında bağ kurulup, o geleneğin devam ettiği vurgulanmak istenmiş: Doğa/canlı sevgisi, ağaçlara çaput bağlama, nazar boncuğu takma... gibi. Okurken düşündüm: Bu türden âdetler, yalnızca Şamanizm’de yok. Sümer'de de var; hattâ belki de Sümer'den daha fazla âdet/inanç miras kalmıştır bize... Kültürlerin birbirlerinden etkilenmesi doğaldır sanırım... Şimdi örneklere geçelim:

     Üç, dokuz, kırk gibi sayıların önemi, Şamanlıkta da vardır. Defne'nin Umay Nine'siyle oturdukları evlerinin kapı numarası 40'tır örneğin. (s.255) Üç bacaklı kedileri vardır Defne'lerin. İsmi, bacaklarının sayısıdır: Üç. (s.272) "Su Kitabı'nda üçlü sayfaları aramalısın" der Umay, Semahat'a. (s.207) Defne'nin, paragöz, kötü bir patronu vardır. Büyük bir gazetenin yöneticisi olan bu adamın adı Cemal Dokuzoğlu'dur. Tuhaf bir soy ismidir Dokuzoğlu. Meğer yazar boşuna koymamış bunu. Bunun da romandaki simge bolluğunda yeri varmış: Dokuz, Şamanlıkta kötü bir sayıdır. Erlik Han'ın olduğu Cehennem dokuz kattır. (s.300). Böylece, Cemal Dokuzoğlu'nun, eylemlerinden zaten sezdiğimiz kötülüğü, Şamanlıkla "garanti altına" alınmış olur sanki. Yazar, bununla da yetinmez üstelik Kutadgu Bilig'den de kanıt gösterip, kötülüğünü vurgular Cemal Dokuzoğlu'nun: Defne'nin Ümit'e verdiği son şifrelerde, Kutadgu Bilig'den şu beyitler ('şifreler') vardır: "Her işte hiddet gösterenler/İçkiye düşkünler veya çalıp çırpanlar..." (s.278). Aa, ne tesadüf, birkaç sayfa sonra öğreniriz ki, Cemal Dokuzoğlu alkoliktir de! (s.283) Son olarak şu örneği vereyim: Defne Kaman'ın 'kaybolmadan' (doğrusu, saklanmadan) önceki araştırması olan kadın cinayetleri üzerine yaptığı röportajlardan biri, kocasının daha sonradan kesip bahçeye gömdüğü ve (öldürmek kastıyla Defne'nin peşine düştüğü) Sakine Neşeli'dir. Kadının soyadıyla yaşamındaki ironiyi bir tarafa bırakıp, şiddet düşkünü bir hasta olan kocasının ismine bakalım: Savaş. İşte yine sembol!.. Anlıyorum, Buket Uzuner, toplumun içindeki -belki de fark etmediğimiz- sindirilmiş şiddete dikkat çekip, çocuğunun ismini "Savaş" koyan (bana göre de) sakat zihniyeti ortaya seriyor ve çok da iyi yapıyor; ama gel gör ki bunu da tadında bırakmayıp, kör kör parmağım gözüne misali yapınca, işin ciddiyeti kalmıyor. İş bence, adamın adını "Savaş" olarak koymakla bitmeliydi, ârif olan anlayacaktı çünkü; ama hızını alamayıp, Sakine ve Savaş çiftinin çocuklarına "Savaş, Cenk, Öcal, Hıncal, Cihat" (s.290) adlarını verdirtince, istenen mesaj verilmediği gibi, okurun zekâsında da hakaret ediliyor, bana kalırsa...


ROMANDAKİ HATALAR
     Bu romanda, bir yazara, hele hele, Buket Uzuner gibi usta bir yazara yakışmayacak dikkatsizlikler gördüm. (Bu yakışıksızlıkta, iyi bir yayınevi olan Everest'in de payı var kuşkusuz.). Yukarıda da birkaçını belirttiğim hatalara, biraz ayrıntılı bakalım:
"Yakası açılmadık küfürler" deyimi, olmuş, "eteği açılmadık küfürler." (s.35) Birleşik yazılması gereken "Yâhu" ünlemi, romanda geçtiği belki yüzlerce yerin (Ümit Kaman, neredeyse her cümlesine nokta yerine kullanır bu ünlemi.) hepsinde, "ya hu" diye ayrı yazılmış nedense? Benim de ara sıra kullandığım bir ünlem olan "yâhu"nun, Türk Dil Kurumu'nun sözlüğünde de, "Kubbealtı Lûgatı" da denilen üç ciltlik "Misalli Büyük Türkçe Sözlük"te de, bugüne kadar okuduğum kitaplarda da, Uzuner'in "Su" romanında olduğu gibi, "ya hu" diye ayrı yazılmış 'versiyonuna' rastlamadım. Yine bunun gibi, sözlüklerde görmediğim bir yazım şekli: "Ân". Uzuner, "ânı", "ânında", "ân-ı vâhit (bir an)" gibi, "an" kelimesinin ek aldığı örnekler dışında; yani, tek başına yazıldığı durumlarda konulmaması gereken 'şapka'yı, nedense, istisnasız her "an" kelimesine koymuş. (129. sayfadaki "... acı çektiği ânlar." söz öbeğindeki "an"da da var 'şapka' imi.) Oysa tek başına söylendiğinde, bir uzatma ya da inceltme olayı olmadığından, 'şapka'ya gerek yoktur. "Dersaadet"in, "Der-i Saadet" biçiminde yazıldığını bilmiyordum. (s.66). Benim baktığım sözlüklerde de bulamadım bu tamlamayı. Belki, çok eskiden böyle yazılıyordur? "Basireti bağlanmak" deyimi, TDK'nın sözlüğüne göre "İyi düşünemez, gerçeği göremez bir duruma düşmek" demektir. Kubbealtı Lûgatı da, birisinin, ancak "gaflete düşmekle" basiretinin bağlanacağını söyler. Romanda, Sahaf Semahat, Umay Bayülgen'le ilk karşılaşmasında fazla konuşmak istemez, oturdukları kafeden kalkmak ister; ama Umay Bayülgen, konuşmasıyla âdeta büyülemiştir Semahat’ı. "Basireti bağlanmıştı, gidemedi" der anlatıcı. (s.187) Basiretin bağlanması, gaflete düşmekle ilintili olduğuna ve Umay Bayülgen'le -zorla olsa da- konuşmak kötü bir şey olmadığına göre, bu deyimin buraya uyup uymadığı konusunda kararsızım. Üstelik iki sayfa sonra, Umay Bayülgen'in ağzından bu deyim yorumlanmış da. (s.189) "Siyah jöleli saçlı" denilmiş. (s.190). Eğer kastedilen (var mı bilmiyorum ama) siyah jöle değilse, "jöleli, siyah saçlı" olmalıydı. Buna benzer bir hata da şu: "Uzaktan, baba tarafından kuzenim" cümlesi. (s.150) Sanki uzak olan baba gibi olmuş; "Baba tarafından, uzaktan", meseleyi hâlleder. Garson konuşurken "şarz" diyor. (s.191) Garsonun o kelimeyi yanlış telâffuz ettiği vurgulanmak istendiyse, hata yok. Türkçe sözlüklerde ve Sevan Nişanyan'ın "Sözlerin Soyağacı/Çağdaş Türkçenin Etimolojik Sözlüğü"nde öyle olmadığı yazsa da, "cemre" sözcüğünün, Altayca bir kelime olduğu söylenen "imre"den geldiğini öğrendim. (s. 194) Hata mı değil mi bilemedim; ama nedense, romanın ilk cümlesi, 15. Bölüm'e de ilk cümle olmuş. (s.105) Kur'ân-ı Kerim'in surelerinden olan Nîsâ'nın anlamı "Kadın" olarak verilmiş (s.201); oysa bu kelimenin anlamı "kadın" değil "kadınlar"dır. Tekili ise, (kuraldışı bir biçimdir bu) "imrâ"dır. (Nişanyan) Yine, Kur'ân-ı Kerim surelerinden olan "Saffât"ın 143. ayetinde "Biz onu (Hz. Yunus'u -O.Üçer) yüz bin insana peygamber olarak yolladık." diye yazdığı söylenmiş. (s.201) Hâlbuki bu âyetin numarası 143 değil, 147'dir. Bir de, "El-Ankâf Suresi’nden bahsedilmiş (s.202), ancak böyle bir sure yoktur; belli ki "El- Ahkâf Suresini’nden” denmek istenmiştir. "Amerikan bar", "emerikan bar" diye yazılmış. (s.259) "New York'lu" yazılmış (s.262). Malum, yapım eki olan "-li", "-lu" ayrı değil, birleşik yazılır. Ümit Haydar Kaman "Allah, Muhammet, Ali aşkına!" diye bağırır. (s.268) Bu isimde olan başka biri, tercihine göre isminin sonundaki harfi "t" yapabilir ama İslâm Peygamberi Hz. Muhammed'in isminde, doğal olarak, "t" harfi olamaz. Bu kadar hatanın içerisinde "yetenekrlerine" (s.280) önemsiz kaçar ama olsun; olmaması gerekirdi. Tıpkı, "hayvanların dizisi" (s.60) değil, "dişisi" olduğu gibi. (s.133) ["Genç kadınınsa" yerine "genç kadınsına" (s.130), "şıkır şıkırsu" ve "Ben onları algıladığımda sırada" (s.231) gibi yazım hatalarına değinmiyorum bile.] Son zamanlarda kullanılan, ancak sözlüklere zannederim girmeyen bir birleşik sıfat olan "Sevgideğer", bu romanda yanlış olarak "Sevgi değer" diye ayrılmış. (s.329) Bu memlekette "Arapça da olsa" (s. 74 -Evet, aynen bu ifade yazıyor!) "vuslat" kelimesine ihtiyaç duyuluyormuş. Oysa bize ne kadar uzak bir dil Arapça. Romancı/anlatıcı, bu yüzden yadırgıyor olmalı. Hâlbuki Fransızca "Union" falan dense, daha bir bizden olurdu. Defne Kaman, kaybolduğu (saklandığı) gün, Kadıköy'den Beşiktaş vapuruna bindiğinden, doğal olarak, Beşiktaş'tır vapurun varış durağı; oysa sayfa 107'de, Karaköy denmiş. Bir yerde de, "-de" bağlacının birleşik yazıldığını gördüm: "Birde baktım ki..." (s.111). Bunların dışında, bir gereksiz virgül (s.271), yine gereksiz noktalı virgül (s.75); olması gereken iki noktanın (s.123), noktalı virgülün (s.238) ve konuşma tırnağının (s.304) eksikliğini, bilmem söylemeye gerek var mı? (Ben, romanı, "Mart 2012" tarihli ilk baskısından okudum.)

     Bir de, tuhaf bir durumdan söz etmeliyim: Anlatıcının, Sahaf Semahat’ın iyi bir okur olduğunu vurgulayıp, "derinlikli ve ölümsüz roman karakterlerinden dostları" olduğunu söyleyip sıralanırken (s.147), bu "derinlikli ve ölümsüz" roman ve karakterlerine, bir Buket Uzuner kitabı olan "Kumral Ada Mavi Tuna"yı eklemek (s.148) ne kadar etik?
Bu kadar ayrıntıya, ince eleyip sık dokumaya gerek var mıydı, denilebilir. Evet, vardı. Büyük usta Fethi Naci, bu hataları önemser ve eleştirilerinde de "yazarın dikkatsizliği" diyerek yer verirdi. İlköğretimdeki ya da lisedeki kompozisyon derslerinde öğrenciler yapsa epey not kırılacak olan bu yanlışları, deneyimli bir yazarın yapması, bence kabul edilemez bir dikkatsizlikler zinciridir... [Güzel sözdür: Lûgatta pehlivanlık olmaz.]

SONUÇ
     Romanın sonunda, anlatıcı, "... bu kitapta size sadece ve sadece 'hakikati gülerek nakletme'ye, 'gerçek bilgeliğin delilik' ve 'kendini bilge sanmanın da gerçek delilik' olduğunu hatırlatmaya çalıştım." diyor (s.328-329) ama, "bu kitabın iyi yürekli, zarif ve kibar okuru" olarak bendeniz (s.328), romanda bunu göremedim nedense? Benim eksikliğimdir, kuşkusuz.

     Uzuner'in, polisiyenin sıkmayan diliyle yazdığı romanı, Şamanlık hakkında verdiği -roman için- sıkıcı bilgiler ve Defne Kaman'ın "Su Kitabı"ndan aktarılan, okuyucuya köşe yazısı okuyormuş hissi veren (Şiirsel tasvirlerin yapıldığı "Hamam Kubbesinden Suya Yansıyan Işık" bölümü dışında) yazılarına rağmen, merak uyandıran, Kadıköy'ü sevenlerin gönlünü okşayan, hayvanseverleri yaralı yunusla önce üzen, sonrasında iyileşmesiyle sevindiren, hoş vakit geçirtecek bir kitap. Elbette, yukarıda sıraladığım hataları görmeden okuyabilirseniz...

...