18 Temmuz 2012 Çarşamba

AĞLAMA DUVARI

                      
     


       AĞLAMA DUVARI

[Bu yazı, AKŞAM KİTAP'IN Temmuz 2012 târihli 18. Sayı'sında yayımlanmıştır.]

      Ağlama Duvarı (İbrânicesi, “HaKotel HaMa'aravi “ / “Batı Duvarı”), mâlûm olduğu gibi, Yahudîlerin kutsal saydıkları Süleyman Mâbedi’nden (İbrânicesi, “Bet Amikdaş”) kalan tek duvardır. A. Nûrullah Barıman’ın, Gözlem Yayınları’ndan çıkan “İsrâil-Arap Sorunu” kitabının onuncu sayfasında yazdığa göre, “Bu duvara ‘Ağlama Duvarı’ denmesinin nedeni, Yahudî özgürlüğünün bir sembolü olan ilk mâbedin ayakta kalmış bu tek duvarının önüne gelip, Mûsevîlerin özgürlük için ağlamalarıdır. Bugün artık Yahudîler burada ağlamıyor, sâdece dileklerinin gerçekleşmesi için adak adıyorlar.”
     Reşat Enis’in bu romanının, bildiğimiz Ağlama Duvarı’yla alâkası yok. Yazar, bu iki kelimeyi çok güzel bir deyim ve mecaz olarak kullanmış: “Bu roman, önünde sosyal ve moral sefâletimize ağlayacağımız bir duvardır.” demiş.  Romanı okuduğumuz vakit, isminin ve bu açıklamanın hakkını dolu dolu verdiğini görüyoruz.
     Romanın, öyle uzun boylu anlatılacak dallı budaklı bir konusu yok: Başkişisi Selâmi’nin başından geçenler eşliğinde (ya da o olaylar aracı kılınarak), bireylerdeki ve toplumdaki her türden kötülükler, bir belgesel gibi ‘oynatılır’. Bizler bu esnâda, Selâmi’nin, sırasıyla; köy öğretmeni, gazeteci, işsiz, mâliyeci, liman işçisi ve nihâyet, zengin bir müteahhit oluşuna tanık oluruz. Bu son evreyle birlikte, romanın başından beri dürüstlüğü, erdemi savunan Selâmi’nin, kapacağı ihâlelerin hayâliyle iktidarla, güç odaklarıyla yaptığı flörtü seyredip, o eski hâlinden eser kalmadığını hazinle seyrederiz. Maddî zenginliklerin arkasındaki kirli işleri görürüz. (Bu arada, gazetelerin manşetlerinin iktidarların lehine ya da aleyhine olmasının büyük belirtilerinden birinin de, alınacak ihâlelere bağlı olduğunu öğreniriz.)
     “Fragman-roman” diye bir terim var mı bilmiyorum, ama varsa, bu terim, Ağlama Duvarı romanı için çok müsâit.  Binbir Gece Masalları gibi, parça parça hikâyelerden, gazetecilik terimi anlamında ‘olay’lardan oluşan bu kitap, başı-sonu belli bütün bir olaydan değil; toplumdaki çarpıklıkları, fakirlik ve yolsuzlukları göstermek/sergilemek için anlatılan –âdeta-  anekdotlardan müteşekkil… Sanırım, Reşat Enis’in gazeteci olması, böyle bir ‘yöntem’ tutmasında etken olmuş.  Üslûbu savruktur Reşat Enis’in. Romanda anlatılan olayların hemen hepsi, hatırlamalara ve tesâdüflere dayanır. Tesâdüfün bir ‘metod’ olarak bu kadar fazla kullanıldığı başka bir roman, yok denecek kadar azdır zannederim. Ömer Türkeş, Şubat 2003 târihli Virgül dergisinde (sayı 59), Reşat Enis’in eserlerini yayım sırasına göre verirken, üslûp mevzuuna da temas etmiştir: “Reşat Enis, hiçbir romanında biçimle ilgilenmemiştir; baştan aşağıya içeriktir o. Ancak hakkâniyetli olmak gerekirse, yazdığı metinlerin o dönemde ilgi, heyecan ve tartışma yarattığını söylemeliyim.    Art arda yayımlanan Kanun Namına (1932), Gonk Vurdu (1933), Gece Konuştu (1935), Afrodit Buhurdanında Bir Kadın (1937), Toprak Kokusu (1944), Ekmek Kavgamız (1947), Ağlama Duvarı (1949), Yol Geçen Hanı (1951), Despot (1957) ve Sarı İt (1968) ile büyük bir okuyucu kitlesine ulaşan, ama belki de muhalif kimliği nedeni ile Milli Eğitim müfredâtına hiçbir zaman dâhil edilmeyen, kitapları artık sahaf raflarında bile yer almayan ve böylelikle belleklerden silinip giden Reşat Enis, Evrensel Basım Yayın tarafından hazırlanan diziyle yeniden katıldı aramıza...” [Evrensel Basım Yayın, on yıl önce başladığı bu diziyi, üç kitapla noktalamış görünmektedir. –Orçun ÜÇER]
     Reşat Enis’i, Attilâ İlhan çok yazmış. (O yazıları, “Hangi Edebiyat” kitabındadır bugün.) Selim İleri de zaman zaman yazar; ondan başka anan da pek yok artık.  Oysa, vakt-i zamanında, Refik Hâlid’inden Nâzım Hikmet’ine, Hâlide Edib’inden Suat Derviş’ine, Hüseyin Câhit Yalçın’ına varıncaya kadar, kendisine övgüler düzülmüş bir yazardır.  Nâzım Hikmet, “Afrodit Buhurdanında Bir Kadın” (1939) romanı için “Türk edebiyatının temel taşı.” demiştir. Hâlide Edib, “Toprak Kokusu” (1944) romanı için “Steinbeck’in Gazap Üzümleri’nden daha güçlü bir eser”; “Despot” (1957) romanı için de “Eser, dünya çapındadır.” diyerek, övgülerini dilegetirmiştir. [Reşat Enis, Türk edebiyatında bir ‘ilk’in de yazarıdır: Selim İleri’nin “Perisi Kaçmış Yazılar” (İyi Şeyler Yayıncılık, 1996) kitabındaki Reşat Enis’e dâir “Kimse Hatırlamıyor!” yazısından öğrendiğimize göre, “Türk romanında açıkça dilegetirilebilmiş ilk travesti”, Reşat Enis’in 1952 târihli “Yolgeçen Hanı” romanındanır.]
         Attilâ İlhan’ın Reşat Enis için yazdığı iki yazı vardır ki, kanaatimce, yüzlerce, binlerce çoğaltılıp, duvarlara yapıştırılmalıdır: 1987’de yazdığı “Cinâyet Bu Be!” yazısıyla, 1990’da yazdığı “Kim Okur, Kim Dinler?”. Yazımı, Attilâ İlhan’ın ilk yazısındaki şu haklı cümlelerle bitiriyorum:
     “…Niye böyle yapıyoruz? Niye ıkına sıkıla iki uzun hikâye yazabilmiş bir züppeye, büyük romancı diye sayfalar ayırıp, özel sayılar düzenliyoruz da, yaşadığı dönemin toplumsal ve bireysel panoromasını bir düzine ‘baba’ romanla çizmiş bir ‘kalem erbâbını’, böyle hiçe sayıyoruz. Cinâyet bu be!”