1 Ağustos 2013 Perşembe

CUMHURİYET TARİHİ SOYADI HİKÂYELERİ







                 [Bu söyleşim, Şalom gazetesinin 31 Temmuz 2013 târihli sayısında yayımlanmıştır.]


     Yakın zaman önce, sahasında bir ilk olan kitap yayımlandı: “Cumhuriyet Tarihi Soyadı Hikâyeleri” (Nisan 2013, Doğan Kitap). Şahıslara sorulan ve onların kendi ağızlarından, kalemlerinden çıkan tanıklıklarından teşekkül ederek, 600 kadar ‘hikâyeyi’ ihtiva eden bu eser;  18.-19. Yüzyıl Türkmen Şiiri Antolojisi,  Altayca- Türkçe Sözlük,  Bozkırdan Bağımsızlığa Manas,  Hakasça- Türkçe Sözlük,  Türk Dünyası Gramer Terimleri Kılavuzu,  Manas Destanı, Türk Kültüründe At,  Sinan Paşa-Tezkiret’ül Evliya,  Stalin ve Türk Dünyası, Vatan Cephesi Dâvâsı,  Yassıada Zabıtları (birkaç cilt), Anayasa Dâvâsı Toplu Savunması,  Zindanlar ve Mahkûmlar gibi telif eserlerin yazarı, Türkoloji profesörü Emine Gürsoy Naskali imzasını taşıyor… Hoca’nın, neredeyse popülerleşmiş bazı çalışmaların editörlüğünü üstlendiği ve hepsinde bir veya daha fazla makalesinin olduğu kitaplar da vardır: Ağıt Kitabı,  Arı ve Bal,  Ayakkabı Kitabı,  Çoban Kitabı,  Defin/Türkler ve Ölüm,  Hakaret Kitabı,  Hapishane Kitabı,  Hediye Kitabı,  Sünnet Kitabı,  Kahve/Kırk Yıllık Hatırın Kitabı, Temizlik Kitabı, Tuz Kitabı, Tütün Kitabı, Uçamağa Varmak Kitabı, gibi… 

     Marmara Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi  dekanı ve öğretim üyesi olan Prof. Dr. Emine Gürsoy Naskali’yle;  21 Haziran 1934’te kabul edilen ve 2 Temmuz 1934’te yürürlüğe giren Soyadı Kanunu’nun neticeleri olan Soyadı Hikâyeleri’ni konuştuk…


ORÇUN ÜÇER:
Hocam, bildiğim kadarıyla Türkçede soyadı hikâyeleri üzerine bir kitap yok. Çalışma var mı peki?

EMİNE GÜRSOY NASKALİ:
Atatürk’ün vermiş olduğu soyadlarıyla ilgili tezler yapıldı. Bir de tabiî yazar-çizerlerin kendi hayatlarını anlattıkları kitaplarında, “Benim soyadım Atatürk tarafında verilmiştir” yahut “şurdan gelir” gibi açıklamaları var.  Benim bu kitabım meşhur insanların değil, sokaktaki sade vatandaşın soyadlarını ne şekilde aldıklarını tesbit etmek içindir. Tabiî bu arada birkaç meşhur insanın soyadına da değinmiş oldum; büyükbabam Celâl Bayar, Altay Paşa, Şeref Kaya, Hâlide Edib Adıvar, Aziz Nesin gibi… Fakat büyük çoğunluğu -600 kadar soyadı var- meşhur olmayanlarınkidir.

O.Ü.:
Çok da merak edilen bir konu. İnternette, hakkında en fazla arama yapılanlardan biri… Türklerde, Hristiyanlıktaki gibi vaftiz sistemi olmadığı için, bunu öğrenebilecekleri kayıt sistemi de yok.


E.G.N.: Doğru. Soyağaçları da merak ediliyor. “Acaba benim soyum nerelere/kimlere dayanıyor?” merakı… Bu kitap, Soyadı Kanunu’yla sınırlı; biliyorsunuz, o da çok yeni: 1934’te Kanun çıkıyor ve 1935’in sonuna kadar, aşağı-yukarı bir yıl içinde herkes soyadını almış oluyor. (O zamanki Türkiye’nin nüfusu 16 milyon.) Bu işin ilginç bir yanı; bir zümrenin, sınıfın değil, bütün Türkiye’nin iştirâk etmesidir…

O.Ü.: Nüfus memurlarının kendi kafalarına göre soyadı ‘dağıttıkları’ doğru mu?


E.G.N.: Bu pek doğru değil; hatta efsane! Kişiler kendilerine soyadı seçememişlerse yardımcı oluyorlar elbette. Anladığım kadarıyla, soyadı verilmeden önce, nüfus memuruyla aralarında sohbet oluyor. O sohbette, kendi geçmşinden ve âilesinden söz ediyorlar. Memur da bu anlatılanlara binâen soyadı öneriyor. Bazen, o anda gelişen olaylara göre de veriyorlar: Soyadı konusunda karar verememiş biriyle “Hangi soyadını seçelim?” diye düşünen memur, o esnada çıkan yemeğin yanındaki taze ekmeği görünce, “Tazeekmek olsun” diyor… Fakat tabiî bunlar müstakil olaylar; külliyen böyle oldu, diyemeyiz.


O.Ü.: Bugün de kullanılan lâkapları ve âile isimlerini (“falanoğulları”, “filângiller” gibi) düşündüğümüzde, toplumun soyadına çok da yabancı olmadığını söyleyebilir miyiz?

E.G.N.:  Toplum yabancı değil ama şöyle bir hukukî yönü de var: Bazı yatılı okullarda, köylerde lâkaplar var ama herkesin lâkabı yok; onun için bütün Türkiye’yi kapsayan bir durum değil. Lâkaplar var diye ‘soyadına ne gerek vardı ‘ diyemeyiz.

O.Ü.: Böyle itirazlar da olmuş çünkü değil mi? Kitabınızda, Nihal Atsız’ın bu itirazından bahsetmişsiniz.

E.G.N.: Evet, olmuş. Dediğiniz gibi, Nihal Atsız bunlardan biri... Bir başka sakıncası da, lâkapların resmî kayıtlara geçmemesi… Yalnızca sizin sosyal çevrenizin bildiği isimler çünkü… Meselâ 1800’lerde yazılmış eski metinleri okuduğumuzda, müellifin atıf yapacağı zaman “Yusufoğlu İbrahim”, “Ahmedoğlu Mehmed”, deniyor ama yeterli olmuyor. Öyle ya, kim bunlar? Onun için, bir köye isnâd etmek durumu oluyor: “Bilmemnereli/bilmemneli Ahmedoğlu Mehmed” gibi…  Kısacası; eğer vatandaş olarak tescil olacaksak bir soyadına geçiş şarttı ve bu Kanun da onu yaptı.

O.Ü.: Bu kitap tamamen sizin şahsî merakınızın neticesinde mi doğdu Hocam?

E.G.N.: Evet, öyle oldu; ama soyadlarıyla ilgilenmem nereden çıktı, tam olarak hatırlayamıyorum.

O.Ü.: Bu çalışmanız Türkiye Cumhuriyeti özelinde; ama genel olarak soyadı kavramı ne zaman doğmuştur? Bu konuda araştırma yaptınız mı? Bir de sizin editörlüğünü yaptığınız ve konularla alâkalı makalelerinizi neşrettiğiniz;  “Türk Kahvesi Kitabı”, “Beden Kitabı”, “Ağıt Kitabı”, “Hakaret Kitabı”, “Hapishane Kitabı”, “Hediye Kitabı” gibi kitaplara “Soyadı Kitabı” olarak eklenen bir halka olabilir miydi bu çalışmanız?

E.G.N.: İsimler üzerine bir çalışma yapıyorum ama bu başlıbaşına bir konu; müstakilen çıkması daha hoş olur diye düşündüm… İlk sorunuza gelirsem; pek çok ülkede (meselâ Finlandiya’da) yakın zamana kadar soyadı yok. Yirminci yüzyılda geçiliyor. (Bugün artık soyadı da yeterli değil, mutlaka bir vatandaşlık numaranız olması lâzım.) Kimliğinizi, dar çevrenin dışında da ifade etmek durumunda, isim yeterli görülmüyor, muhakkak bir soyismi ihtiyacı doğuyor; günümüzde –örneğin bizde- T.C. Kimlik Numarası da ekleniyor.


O.Ü.: İnternette biraz araştırma yaptım. -Mâlûmunuz, burada yaptığımız araştırmalara, genellikle kaynak belirtilmediği için çok güvenemiyoruz.-  Baktığımızda; ilk soyadı kavramının Çinlilerde ortaya çıktığını, Avrupa’da da ilk Romalıların kullandıklarını görüyoruz. Dünyadaki ilk soyadı kanununun da Yahudileri, ilk önce asimile, sonra da ifşâ etmek için çıktığı söyleniyor.  –Hristiyan bakış açısından tabiî-  Bu kişinin Yahudi olduğu belli olsun, niyetiyle… Daha sonra da Hitler Almanyasında Yahudilerin Alman soyadı almaları yasaklanıyor. Yalnızca Tevrat’tan seçebiliyorlar. Yani soyadı, siyasetin de aracı oluyor… Türkiye Cumhuriyeti’nin Soyadı Kanunu’nda, bir eşitlik olduğu söylüyorsunuz kitabınızda; soyunu belli edip imtiyaz sağlamak değil…


E.G.N.: Hayır, değil; hatta tam tersi bir durum var… Bu konuda iki farklı görüş var: Onlardan biri; Soyadı Kanunu’yla köklerimiz silindi, nereden geldiğimizi bilemez olduk, diyor… Belki çok meşhur âileler, “zâde”liğe mensup olanlar hatırlayamaz olmuşlardır ama Türkiye’nin geneli için böyle bir “zâde”liğe bağlantı olmadığından ‘kökünü kaybetmek’ ne kadar var, onu bilemiyorum.

O.Ü.: Avrupa’daki gibi, aristokrat bir sınıf zâten yok…


E.G.N.: Doğru. Bence bu Kanun, “zâde” gibi bir soya bağlanmayı; Ermenilerdeki  gibi “yan” (“oğlu”- O.Ü.)  soyadını almayı –ama İstanbul Ermenilerinde var bu ek; onlara dokunulmamış.- veyâ bir aşîret adını taşımayı engellemek için de getirilmiştir.

O.Ü.: Aslında, herhangi bir sosyal sınıfı kaldırmak gayesi güdülmüş anladığım  kadarıyla.

E.G.N.: Evet, ben de öyle düşünüyorum.

O.Ü.:
“İmtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir milletiz” ‘düsturunun’ tatbîki mi acaba?

E.G.N.: Ne kadar şuurlu bir şekilde yapıldı bilmiyorum ama mutlaka biraz bu şuur da var… Örneğin, yer isimleri de soyadı olamıyor…

O.Ü.: Bunun tek istisnası “Atatürk” soyadı oluyor. Atatürk’ün kardeşi Makbule Hanım da dahil olmak üzere (“Atadan”dır, Makbule Hanım’a verilen soyadı –O.Ü.), kendisinden başka kimse o soyadını taşıyamıyor ve bu, kanunla yasaklanıyor.

E.G.N.: Ben bunda, Atatürk’ün çevresindeki insanların takdiri olduğunu düşünüyorum; kendisinin özel isteğiyle oluğunu, bir dahli olduğunu sanmıyorum. Bu kararda, bu soyadının tek imtiyazının Atatürk’e ait olması, başkalarının ondan istifade edememesi  niyeti de vardır bence…

O.Ü.: Peki, Yahudilerde durum nedir? Onları tesbit edebildiniz mi?

E.G.N.: İstanbul’daki Yahudi arkadaşlarıma sordum ama onlar da söyleyemediler soyadlarının nereden geldiğini veya nasıl verildiğini.

O.Ü.: Yahudilerdeki soyisimleri, genellikle yer adlarıdır; misal, Toledo soyismi, aynı adlı şehirden mülhemdir, mâlûm…

E.G.N.: Haklısınız… Ben, Yahudilerin soyadlarına pek dokunmamışlar intibâını taşıyorum.

O.Ü.: Kitabınızda, yalnızca iki Yahudi vatandaşı tesbit edebilim: “Dilman” (s.66) ve “Romi” [İspanya’da bir kasaba adı. –O.Ü.] (s.186) soyadlarını alan şahıslar. Aslında “Dilman” soyisimini alan (ya da verilen) kişinin soyismi Dilman değil; Türkçe bir ad çünkü…

E.G.N.: Evet, hatırladım… Tabiî değil, değiştirmişler…

O.Ü.: Bu değiştirmenin sebebi nedir acaba? (‘Gerçek’ soyadı Alazraki –O.Ü.)  “Ailemiz dille uğraştığı için…” diye açıklamış mezkur şahıs. Bu değiştirme ailenin tercihi mi yoksa devletin (sözgelimi, Atatürk’ün) önerisi mi sizce?

E.G.N.: Tam bilemiyorum ama belki de o dönemin hâlet-i ruhiyesine dahil olmak düşüncesi olabilir… Kendi tercihleridir, diye düşünüyorum; çünkü bir kısıtlama gelmemiş.  Rum vatandaşlar, eski soyadlarını alabilmişler; mesela, Dimitriyadis, Dimitriyadis olarak devam etmiş…

O.Ü.: Türk kültürü de dahil olmakla birlikte pek çok kültürde “-oğlu” ekiyle biten soyadları var. Neden “-kızı” yok? Bu, bir cinsiyete atıf mı, yoksa  -“bilimadamı”ndaki “-adam”ın erkek değil de”insan” (âdem) anlamında olması gibi- insan’a/insanoğlu’na bir gönderme mi; ya da doğrudan doğruya “insan” mı demek?


E.G.N.: Cinsiyet üzerinde durulması yakın zamanların bir hâdisesi… İşte, “bilimadamı”na yapılan itirazlar ve “bilimkadını” da densin, diye önerenler olduğu gibi… Tabiî buna, sizin de dediğiniz gibi,  “oradaki ‘-adam’ zaten ‘insan’ demektir” diye cevap da veriliyor… Bu, feminist akımın bazı çevrelere getirdiği bir hassasiyettir kanaatimce… Sorunuza gelince; bunun nedeni, bildiğimiz kadarıyla dünyadaki bütün toplumlara hâkim olan ataerkil yapı olabilir…

O.Ü.: Soyadı alma mecburiyeti  -kanun zoruyla- yalnızca Türkiye Cumhuriyeti’nde mi vardı? İnternette bu yönde ‘bilgiler’ var fakat kaynak olmadığı için itibar etmek mümkün değil doğal olarak…

E.G.N.: Hayır, bize özgü değil; kanun zoruyla, Japonya’da da yapıldı. Finlandiya’da da öyle olması lâzım.

O.Ü.: Peki Hocam, Atatürk’ün bizzat verdiği soyisimlerin dökümünü çıkardığınızda, (kitabınızda, dedeniz Celâl Bayar’a da soyadının bizzat Atatürk tarafından verildiğini öğreniyoruz), ortaya çıkan tablo nedir? Misal, Cumhuriyet’in ‘ulus inşâ etme’ sürecinin –veya dilerseniz ‘Türkleştirme politikaları’nın diyelim- bir yansıması görülebiliyor mu bu tercihlerde?

E.G.N.:  Zannetmiyorum.  Kişinin meziyetine, kabiliyetine, yaptığı işe, temeyyüz ettikleri alanlara binâen soyadları bulup verilmiş.

O.Ü.: Sevgili Hocam, siz, Soyadı Kanunu’nun bir amacının da sınıf fikriyatını, ayrıcalığı kaldırmak olduğunu söylediniz; fakat farklı iddialar önesüren kişiler de var. Misal, bu konuya, gerek kitaplarında gerekse bir zamanlar sıkça çıktığı televizyon programlarında yer veren  ve konuyla alâkadar herkesçe mâlûm olan bir profesör yazar, soyisimlerinden yola çıkarak, birtakım insanların dinî âidiyetlerini ‘ifşa’ ediyor ve bu kişilerin, dinî konumlarından ötürü, haksız yere ‘belli yerlere/makamlara’ getiriliği ‘tez’ini ileri sürüyor… Nasıl karşılıyorsunuz?

E.G.N.: Kısmen olabilir tabiî ama sözkonusu mezkur şahıs oluğunda, son derece takıntıları olan bir insan oluğunu düşünüyorum. Baktığı her yere bir “dönmelik” (Sabatayizm –O.Ü.),  bir Sabatayist görüyor… Bu da bir takıntı tabiî…

O.Ü.: Bence bir önkabulen, önyargıdan yola çıkıyor.

E.G.N.: Şüphesiz… Ne demek istediğini bilmiyorum. Cumhuriyet’i Sabatayistler kurdu demek mi istiyor nihai noktada?

O.Ü.: Onu açık açık diyor zaten Hocam! “Kuruluşunda en çok etkin olan unsurdur” diyor. Hatta, kendisini de Cumhuriyetçi olarak tanımladığı için “Ben bu zümreye karşı değilim; bunlar Cumhuriyet’i kuran kadrodur” diyor. Devamında “Benim karşı olduğum husus, kişilerin yeteneklerine bakmaksızın, hatta sıfır kabiliyetli olanların dahi, sırf Sabatayist olukdarı için ‘bir yerlere’ getirilmesidir” diyor.

E.G.N.: Onun “Sabatayisttir” dediği çoğu kişilerin Sabatayist olmadıkları biliniyor. Zaten bu iddialara tepki gösterenler çoğunlukta…  Bir de, kurduğu bağlantıların zayıf oluğunu düşünüyorum: Aynı sokakta oturmuşlar da, o onunla ilişki kurmuş da… Zaten o zamanlar Türkiye’nin nüfusu neydi ki;  çoğu kişi birbirini tanıyordu…

O.Ü.: Peki buna “isimbilim” demek ne kadar doğru. Çünkü, “Benim yaptığım iş bilimdir.” diyor. Böyle bir bilim var mı?

E.G.N.: Tabiî ki isimler üzerine bir bilim var;  buna “onomastique” denir. Bizler de farklı alanlarda yararlanırız bu bilimdalından; fakat bahsettiğimiz şahıs, buradan hareketle bir dayatma yapıyor ve temelleri pek sağlam olmayan çıkarımlara varıyor.


[Not: Bu söyleşide bana eşlik ederek fotoğraf çeken sevgili dostum Kubilay Bürgân’a teşekkür ederim…]