12 Mayıs 2012 Cumartesi

BİZİM MARQUİS DE SADE'IMIZDAN İSTANBUL 'BELGESELİ'



                BİZİM MARQUİS DE SADE'IMIZDAN İSTANBUL 'BELGESELİ'

     [Bu yazı, AKŞAM KİTAP'IN Mayıs 2012 târihli 16. Sayı'sında yayımlanmıştır.]


     Zamanının meşhur gazetecisi Refi’ Cevad Ulunay’ı (1890-1968), üstad Murat Bardakçı anlatsın: “Refi’ Cevad Ulunay, Türk basınının çok önemli bir ismiydi. Gençliğinde İttihad ve Terakki Partisi'nin aleyhinde yazınca sürgüne yollandı. İstiklâl Savaşı yıllarında Milli Mücadele'ye karşı çıktı, 150'likler listesine konuldu ve yeniden sürgüne gitti. 1938 affıyla İstanbul'a ve eski mesleği olan gazeteciliğe döndü. Senelerce köşe yazarlığı yapıp kitaplar çıkarttı. Politikayla bir daha uğraşmamaya yemin etmişti ve hayatının sonuna kadar tek bir siyasî yazı bile yazmadı. Kıvrak kalemiyle ve son derece akıcı üslubuyla siyaset dışında kalan güncel konuları işledi. Dünyaya 1968'de veda ettiğinde, Türkiye'nin en çok okunan köşe yazarlarındandı.” [ “Eskiden koğuşta kadın bile oynatılırdı”, 27.02.2000, Hürriyet] 
    
     Refi’ Cevad Ulunay, sıkıntılı ve renkli geçen gazetecilik hayatına, birkaç güzel roman da sığdırmıştır: Köle, Enkaz Arasında, Sayılı Fırtınalar, Eski İstanbul Yosmaları, Mermer Köşkün Sahibi, Dağlar Kralı… Selim İleri’nin, “Türk Romanından Altın Sayfalar” kitabında naklettiğine göre, “Gazeteciliğinden gelen akıcı bir anlatımla, eski İstanbul hayatına ilişkin romanlar yazmış Ulunay, bir yandan da Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönem insanlarını, kabadayıları, yosmaları, eşkıyaları, tulumbacıları, varlıklı ama çizgidışı yaşayan hanımları canlandırmıştır.” Bu ayki yazımda, işte bu türden insanları o güzelim ve akıcı üslûbuyla romanlarında yaşatmış ve maalesef şimdinin çöp-kitaplar ‘saltanatında’ unutulmuş olan Refi’ Cevad Bey’in; her biri edebî şölen olan romanlarından birini; “Eski İstanbul Yosmaları”nı anacağım.

     Üstad Selim İleri’nin “belgesel çizgisi de olan bir roman” dediği “Eski İstanbul Yosmaları”, 1959’da neşredilmiş. (Bendeniz, maalesef ilk baskısından değil, Arma Yayınları’nın nüshasından okudum. Maalesef diyorum, çünkü yayınevi, bu güzel romanı basmakla çok iyi bir iş yapmış olmakla birlikte, basımdaki –hadi, hatâlar demeyeyim- fâhiş özensizlikler, bu güzel işe gölge düşürmüş! Bu özensizlik, daha künye sayfasından başlıyor: Kitabın hangi yılda yayımlandığını söyleyemeyeceğim, çünkü yayınevi yazma zahmetinde bulunmamış. Ayrıca, kitabın ilk kapağında, iş olsun diye bir ibâre: “Yayına Hazırlayan: Metin Martı”. Neden mi “iş olsun” diye? Romanı okumaya başlayınca karşımıza çıkan imlâ yanlışlarını gördüğümüz; anlamadığımız pek çok kavram ve âdetlere de, düşülmesi gereken açıklayıcı dipnot bilgilerinin es geçildiği için.) Selim İleri, 24 Nisan 2010’da yazdığı “Bir İstanbul Gezintisi” yazısında (Zaman), “Ulunay'ı kimseler romancıdan saymazdı.” diyor. Bunu okuyunca şaşırdım doğrusu. Akıcı ve güzel Türkçeyle merak uyandıran ve İstanbul’un unutulan yer, âdet ve insanlarına yer veren güzel romanlar yazmış bir yazarı romancı saymamak, acaba bir kıskançlık işareti miydi? Neyse, biz romana dönelim.

     Roman, eski İstanbul’un yosmalarından iki meşhur kadın olan Ra’nâ ve Kel İpek’in hayatlarını ve o hayatları vâsıta kılarak, İstanbul’u anlatır. İki bölüme ayrılmıştır dört yüz sayfalık roman. İlk yüzde ellilik kısmında Ra’nâ’yı, son kısmında da Kel İpek nâmıyla mâruf İpek’i anlatır. Ra’nâ, Lokman Hekim’in ye dediği, cinsinden bir kadındır. Bir âfet-i devran. Aslında, istemediği bir evlilik yüzünden düşmüştür bu yola Ra’nâ. Meyvahoş’ta kantarcılık eden babası İsmail Ağa, kızına âşık olan yorgancılar kâhyası Feyzullah Ağa’nın oğlu Remzi’ye, epey altın karşılığında ‘vermek’ ister kızını. Alacağı bu fâhiş başlıkla, hem hayâlini kurduğu dükkânı alabilecek, hem de rahatça geçinecektir. Tabii o devirde (yirminci yüzyılın başları) değil kızın, erkeklerin dahi babalarına “gönlüm falancada” demeleri ‘hadlerine düşmemiş.’ Ra’nâ’ya da fikri sorulmaz. Babası bir kere yağlı kapı bulmuştur; kızını verecektir (yahut ‘satacaktır’) Ne ki, Ra’nâ Remzi’yi sevmez; dahası, evlilik fikri de ona uzaktır… Ra’nâ’ya ders veren Hoca Hanım vardır. Kız, meseleyi ona açar. Hoca Hanım, kaçma fikrini sokar kızın aklına. Kendisi kaçıracaktır. Kime? “Hâfız Hanım” denilen ablasına. Kızı, ablası istemiştir zaten. Hâfız Hanım da, ne hâfızdır ya! Meğer, piyasanın namlı kadın tacirlerinden değil miymiş!  Velhâsıl, ‘o yolun yolcusu’ olur Ra’nâ. Zengin köşklerinde, yalılarında lüks bir hayat sürer. Hayır, pişman değildir.

REFİ’ CEVAD DEĞİL, MARQUİS DE SADE!

     Romanın ikinci kahramanı Kel İpek’tir. Çocukken bir hastalıktan ötürü saçlarını kazıttığı için verilmiştir bu lâkap. Sonrasında altın gibi parlak ve halat gibi sağlam saçları olsa da, o hep Kel İpek’tir. İnişli çıkışlı hayatını kendi ağzından, yaşlılık döneminde anlatır İpek. Romanın bu kısımlarında çok şaşırdım: İpek’in cinsel ihtirası, güdülme/tahakküm arzusu ve ‘hard’ sekse düşkünlüğü, bana, Sade’ın Juliette’ini okuyormuşum hissini verdi. Refi’ Cevad, âdeta Sade’laşmış bu satırlarda… Yazar, iki  kardeş paşazâdenin evlerinde İpek’le Ra’nâ’yı buluşturarak, birinci bölümü, ikincisine bağlamış olur.
    
     Eski İstanbul, ‘yosmalık ve kapatmalık’ âdetleri, “vâsıtalık/muhabbet tellâllığı” müessesesinin türlerinin de anlatıldığı bu roman, her şeyden önce, sırf, temiz, kıvrak, akıcı Türkçesi ve pek duyulmadık deyimleri için bile okunmalıdır.





2 Mayıs 2012 Çarşamba

LİKYA'YA MEKTUPLAR



                 
                                                             SEN LİKYA KRALİÇESİSİN”                   

     [Bu yazının bir kısmı İzafi Dergisi’nin Nisan-Mayıs 2012 tarihli 5. sayısında; tam versiyonu ise 11 Temmuz 2012 tarihli Şalom gazetesinde yayınlanmıştır.]     
                 
     Usta çevirmen ve yazar Sezer Duru’nun, İsrâilli şâir İsrael Bar Kohav’la mektuplaşmaları , “Likya’ya Mektuplar” adıyla yayımlandı (Everest Yayınları, Haziran 2011).

     Önce, Sezer Duru hakkında kısa bir ansiklopedik bilgi: 1962'de Avusturya Lisesi'ni bitirdi. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji bölümünden mezun oldu. Yazar Orhan Duru'yla evlendi. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Alman Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirmesinin   ardından Latince, Yunan ve Roma Edebiyatı bölümlerinde okudu. İstanbul'da Goethe Enstitüsü'nde çalıştı. Türk yazar ve ozanların eserlerini Akzente ve Orte gibi dergilerde yayımlanmak üzere Almanca'ya çevirdi. ZDF ve ARD gibi Alman TV kanallarında 25 yıl boyunca muhabirlik yaptı. Max Frisch, Heinrich Böll, Siegfried Lenz, Jerzy Stefan Stawinkley, Hans Magnus Enzensberger, Bertolt Brecht, Thomas Bernhard, Gustav Meyrink eserlerini Almanca'dan Türkçe'ye; Ferit Edgü, Demir Özlü ve Başar Sabuncu ise eserlerini Türkçe'den Almanca'ya çevirdiği yazarlar arasındadır. Ayrıca Orhan Duru'yla birlikte yazar Oğuz Halûk Alplaçin'in (Hayalet Oğuz) hayatı üzerine O Pera’daki Hayalet kitabını hazırladı.

     Sezer Duru, deyiş yerindeyse, üç tarafı denizlerle çevrili bir ‘edebiyat adası’dır: Kardeşi Tezer Özlü, ağabeyi Demir Özlü ve eşi Orhan Duru, bilindiği gibi, edebiyatımızın önemli isimlerindendirler. Kuşkusuz, Sezer Duru da öyle… [Sezer Hanım, Birgün gazetesinden Saliha Yadigar’a, 29 Eylül 2007 yılında verdiği röportajda, esprili bir dille değinir bu hususa: “Ben nihayet yazar değilim, çevirmenim ama gizli bir yazarım belki. Çünkü benim çeviriye geçmem... Bu kadar yazar çevresinin içinde büyüdüm. Kardeş yazar, koca yazar, kız kardeş yazar... Şimdi ben ne yapayım dedim. Bunların altında ezilir insan. Ben bari çevirmen olayım. Ben bu yolu seçtim. Ama şimdi başladım ben de yazmaya kendime göre bir şeyler…” Sezer Duru’nun, eğer,  bir zamanlar, IGO (International Gossiping Organization) adlı bir ‘dedikodu örgütü’ kurduğu ve Prof. Dr. İlber Ortaylı’yı da bu örgüte üye yaptığı gerçeğini ‘ifşâ’ edersem (!), yukarıdaki açıklamasının  ironikliği anlaşılacaktır. (Bkz: “Zaman Kaybolmaz / İlber Ortaylı Kitabı”, Söyleşi: Nilgün Uysal, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2006, sayfa 414). Yine bu röportajda, genç yaşında ölen kardeşi Tezer Özlü için, “Onun ölümü benim yarımı aldı, götürdü” der Sezer Duru. Ardından da ekler: “Geçenlerde bir İsrailli şair bir şiir yazdı benim için de, orada bir bölüm var, çok güzel.” Bu röportaj yayımlandığında, “Likya’ya Mektuplar” kitabı ortada yoktu elbette; çıkmasına, dört yıl vardı daha. Kitap yayımlanınca gördük ki, o İsrailli şair İsrael Bar Kohav’mış. Sezer Duru’nun bahsettiği şiir de, bu kitabın son sayfalarında yer alan “Sezer ve kenti için” altbaşlıklı “İstanbul” şiiri. İşte o şiirdeki –Sezer Hanım o röportajda dikkat çektiği-, Tezer Özlü’yle ilgili dizeler: “Yakup’un meyhanesinde tam karşıda öyküler tanrıçası / Tezer özlü, bakıyor tıpkı İstanbul’un beyaz laleleri gibi / Duvardan aşağıya, soluk gülümsemeyle- / Senin sevginin yarısını alıp götürüyor / Ölümüyle, sen taşlarla bezenmiş boşlukta / Kalıyorsun hasret içinde …” ]

     Girişte, “mektuplaşmaları” dedim ama; yalnızca İsrael Bar Kohav’ın mektupları var. Sezer Duru, kitaba yazdığı önsözde (sayfa V-VII), kendi yazdıkları mektupları neden yayımlamadığına değinmemiş. Bu kitabı neşretme nedenini şöyle belirtmiş: “Yazışmalarımızın bir kısmını yayımlamaktaki amacım kadın erkek ilişkilerini, ister cinsellikte ister dostluklarda olsun hâlâ seviyeli bir düzeye erişemediğini düşündüğüm bir ülkede tartışılması gerektiğine duyduğum umuttur. Bir de antisemitizmin ayyuka çıktığı günümüzde bir İsrâilli yazarla bir buralı yazarın ne derece içten bir dostluk kurabildiğini göstermek.” (Sayfa VII)

     Sezer Duru, başkanlığını yaptığı yazar ve çevirmenler merkezinin onuncu yıldönümü olan 2006’da tanışır İsrael Bar Kohav’la. Dostlukları, ondan sonra da devam eder. Öyle ki, Sezer Duru, şiir kitabını da çevirecektir Kohav’ın. (“Atlantis” adıyla yayımlanan kitap, 2007 yılında, Yasakmeyve Yayınları’nca yayımlandı.) Duru, “önsöz”ünde, şâirin “Bu yıl da Uluslararası İstanbul Şiir Festivali’ne katılaca[ğını]” belirtir. (Sayfa VI)

     30 Temmuz 2006-25 Mart 2011 tarihlerini taşıyan toplam 124 mektupların içerikleri; aşk, dostluk, edebiyat, barış… Daha birinci ve özellikle de ikinci mektuptan anlaşılabileceği gibi, İsrael Bar Kohav’ın üslûbu –doğallıkla – şâirâne: “Sevgili Sezer, mail’ini okurken yazdıkların dans etti, sanki sen yaşamı kutluyorsun… Sana sormak istediğim, adının ne anlama geldiği, çünkü adın masalsı ve büyülü geliyor kulağa, tınısı çok güzel… (Sayfa 2). Bu mektuplarda, büyük bir aşk da mevcut: “Sevgili S. (Sezer), adının tınısı o kadar özel ki, o kadar gizemli ki, sana ruhumun sırlarından birini getireceğim…” (s.15), “Gururun ve İstanbul’a duyduğun sevgi beni derinden etkiledi, çünkü sevgi yoluyla bir insan kendi aslını gösterir: ‘Sen sevdiğin şeysin’ dedi ozanımız Rûmî.” (s.18), “S. (Sezer) benim için bir ad ve senin adın ebediyete kadar  İbrânî edebiyatına geçti…” (s.40), “En iyi şeyleri hak ediyorsun ve sen daha az sevilesi insanlar için modelsin.” (s.57),  “…bana ‘beni unuttun mu?’ diye soruyorsun, sen unutulabilir misin Likya?” (s.59), “…umarım sana sarılarak bu zor saatlerinde sıkıntını biraz hafifletmiş olurum sevgili S.” (s.87), “Sen kalbimdesin ve seni özlüyorum, seni özlüyorum…” (s.97), “Kıymetlimi düşünüyorum … seninle birlikte ve yıldızlı Likya’nın büyüsünde, şiirin sarsıcı havasında.” (s.109).

     İbrânî Üniversitesi’nde (The Hebrew University of Jerusalem - האוניברסיטה העברית בירושלים )  ders de verir İsrael Bar Kohav. Amos Oz'un "Bizim en önemli ve en ilginç şairlerimizdendir," dediği  bu sanatçı, bu durumdan memnun değildir esâsen; çünkü edebiyata, dansa, sanata daha çok vakit ayırmak ister. Belki de, içinde bulunduğu Ortadoğu’nun karmaşasından kurtulmak, sanatla arınmak isteğidir bu. (“Sorunlu bölgemiz[de]… her şey bir anda ortaya çıkan kan ve nefretle doluyor. Neler olduğunu anlamaktan gerçekten yorgun düştüm; ama körlük ve yabancıdan korku ve korkunun gölgeleri ve siyah rüzgârlar, kim suçlu? İnan bana o kadar karmaşık, o kadar berbat ki bu pesimizm.” S.86)  Kendisini barış neferi olarak tanımlayan (“… ben edebiyat ve barış neferiyim…” s.8) Kohav, her duyarlı ve kalbi körelmemiş insan gibi, savaşa, şiddete, faşizme karşıdır. 19 Ocak 2007’de katledilen ve İsrael Bar Kohav’ın “ışığın özgür habercisinin sesi” (s.14) diye tanımladığı (neden “basın şehidi” demeyelim?) Hrant Dink için çok üzülen ve “ideoloji maskesi altındaki şiddet olayları beni deli ediyor” diyen Kohav, “buradakiler de öldüren, durmadan öldüren aşağılık yaratıklar[…] (s.12)” diye ekleyerek, şiddete karşı, kimden gelirse gelsin; isterse mensubu olduğumuz, ırkdaşı ve dindaşı bulunduğumuz devletten olsun, tavır almamız gerektiği dersini veriyor.  Şâir, bu meşum olayla doğrudan alâkalı değil belki ama, dolaylı yoldan ilgili ve tam bir yıl sonra, 19 Ocak 2008’de, kanayan beşik Ortadoğu için Rodos’ta yapılan toplantının davetiyesini kaleme alır. (s. 67) Belki edebiyatın barışı tesis etme gücü zayıftır; ama denenmelidir. Barış için her şey, her yol denenmeli değil midir?

      Barışın olmadığı yerde güven de yoktur: İsrâil’e gitmek isteyen Sezer Duru vize alamaz, çünkü pasaportunda Suriye vizesi vardır. İsrael Bar Kohav’ın tepkisi, doğal olarak sert olur ve ne kadar haklıdır: “Bu budalaların sana yaptıkları için kendimi küçük düşmüş hissediyorum. Utanıyorum. Seni yargılayacak olanlar kim oluyor. Paranoya bu, Ortadoğu’nun Allah’ın belâsı paranoyası. Tüm bu sefil ülkeler ve bizimki (İsrail), ilkel düzeyde var olmaya çalışıyorlar!” (s.69) “Ruhunun bir yanı, yuvası olmayanların karanlık yanında kışlamakta olan” (s.71) herkesin vereceği bir tepkidir bu… Bunun gibi tatsız olaylara, bu arada, “One Minute” de değinen (s.90) şâirin çıkış yolu umuttur. Başka ne yapılabilir ki? Umut da giderse, hangi dala tutunulacaktır? (Bir hatırlatma yapalım: Yüzyıllarca çileler çeken, oradan oraya sürgün hayatı yaşayan Yahudilerin devleti olan İsrâil’in millî marşı, “Umut” [“Ha-Tikva] adını taşır.)

     Okunması gereken bir kitap “Likya’ya Mektuplar”; çünkü yalnızca “Likya” (İsrael Bar Kohav’ın Sezer Duru’ya verdiği isimdir bu) özelinde değildir. Hem hangi edebiyatçıların mektupları şahsîdir ki. 21 Ağustos 2011’de, Zaman gazetesindeki köşesinde, edebiyatçıların mektupları bahsine değinen büyük yazar Selim İleri, kendisine gelen mektupları birkaç sene evvel yok ettiğini ve Hasan Bülent Kahraman’ın bunu duyunca, haklı olarak üzüldüğünü ve kızdığını yazmış; “Mektupların 'kişi'ye yazılmış olduğunu düşünürdüm” diye ekleyerek, edebiyatçıların kendi aralarındaki yazışmalarının da, edebiyat tarihine âit olduğunu vurgulamıştı.  Okurken, Tezer Özlü, Demir Özlü, Orhan Kemal, Orhan Duru gibi yazarlar ve Mevlânâ, Hâfız, Nâzım Hikmet, Mahmut Derviş, Adonis, Orhan Veli, Ece Ayhan, küçük İskender, Paul Celan gibi şâirlerle karşılaşacağınız bu mektuplar da, edebiyat tarihinin halkasıdır. Hem de, İsrael Bar Kohav’ın, 3 Mart 2010 tarihli tek satırlık mektubunda (ya da tek dizelik şiirinde), Sezer Duru’ya olan hissiyâtını çok güzel ifade ettiği aşkla birlikte: “…senin krallığına sürgün…” (s.110)


    


(Sezer Duru ve Sennur Sezer muhabbeti.)