5 Aralık 2012 Çarşamba

BİR “ACÂİBÜ’L -MAHLÛKÂT" GALERİSİ: ÇİN MUTFAĞI

                                        Çin mutfağının güzîde yemeklerinden...


Umarım bu yazacaklarım Türkiye ile Çin arasındaki münâsebetlere zarar vermez; ama verse de yazmaktan imtina edemeyeceğim; zîrâ burama kadar geldi! (Ki, “buram”, âdemelmam oluyor.)

     Efendim, vaka şu: Geçen hafta, yakın bir arkadaşım tarafından yemeğe dâvet edildim. “İşim var, okunacak kitaplar dağ gibi birikti.” dediysem de dinletemedim. Israr kıyâmetten zerre miskal hoşlanmadığımı biliği hâlde yalvar-yakar oldu. Neyse, ben de bir belâyı def etmek kabilinden kabul ettim. “Tamam ama üç saatten fazla zaman ayıramam” şerhini de düştüm. Anlaştık. Arkadaşımın arabasına bindik, gidiyoruz… “Boğaz’a götürüyorsun herhâlde, değil mi? Aşağısı beni kurtarmaz, bilirsin.” dedim. Yemek hususunda ne kadar seçici ve müşkülpesent olduğumu bilen arkadaşım, ilk bakışta felç geçiriyormuş zannı veren o kendine mahsus çarpık gülümsemesiyle “Hayır, Boğaz’a değil ama ondan aşağı kalır yanı olmayan bir yere götüreceğim; hattâ hiç tatmadığın lezzetler deryâsına…” dedi. Allah Allah, ben ki yılların profesyonel yemek yiyicisiyim, acaba tatmadığım bu lezzetler de ne ola? Aldı beni bir merak. “Yâhu birâder, bâri ipucu ver” dediysem de nâfile. Neyse, gidince görecektik nasılsa.

     Yolda, havadan sudan ve işlerimizden bahsedip durduk. İstanbul’un şu Allâh’ın belâsı trafiği, başka türlü geçmiyor ki… Ha, unuttum; gideceğimiz yer Taksim’deymiş. Bendeniz Yeniköy’de mûkim olduğumdan mütevellit, arkadaşım da beni Yeniköy’den aldı bittabii… Fakat birâder o ne trafik öyle! Yeniköy’den Taksim’e iki saate gidilir mi? Biz gittik vallâhi, büyük başarı! İşte konuşa konuşa geçti yol. Nihâyet Taksim’e vâsıl olduk…

     Arabayı, yemek yiyeceğimiz restoranın valesine teslim ettikten sonra, içeri girdik. Yalnız, içeri girmeden evvel ben şöyle bir kafamı kaldırıp tabelaya baktım: Çin lokantasıymış. Şimdiye kadar hiç gitmemiştim. Çin hakkında da epey câhil olduğumdan, mutfağını da bilmiyordum tabii. Bir tek, -nereden kalmışsa aklımda?-, bol bol pirinç yediklerini biliyorum. Dostuma da “Yâhu beni pilâv üstü kuru yedirmeye mi getirdin, e aşk olsun sana!” diye sitem ettim. “Acele etme, ne ziyâfetler çekeceksin bak gör” diyen dostumla, önceden ayırtmış olduğu masaya oturduk. Tabii beni aldı bir telâş. “Yahu, biz Çince bilmeyiz, nasıl anlaşacağız?” dedim. Anlaşılan saflığım üzerimdeydi. Meğer, Türkçe biliyormuş adamlar. Gerçi,  Fransızcayla İspanyolcayı mükemmelen, İngilizceyi de Shakespeare’i anlayacak kadar bilirim ama Çince denilen lisanı öğrenmek, ne yalan söyleyeyim, aklıma gelmemişti. Hayır, bir gün bir Çin lokantasına geleceğimi bilseydim azmeder öğrenirdim. 

     Dostum, Çince birkaç yemek ismi söyledi; o daha evvelden geldiği için az buçuk tanıyor yemekleri. Oturduk bekliyoruz. Restoranın içi kıpkırmızı. Sanki yatak odasındayız. Çekik gözlü garsonlar bir iki görünüyorlar. Nedense konuşan eden yok. Tahta çubukların sesi, Konya kaşık havası dinliyormuşum hissiyâtı uyandırıyor bende. “Yâhu birâder, ne tuhaf yere getirdin beni. Oturup güzel güzel kitabımı okuyacaktım.” dedim. Tamam, incelik yapmış, beni yemeğe götürmek istemiş ama bu türden yerlerden hoşlanmayacağımı biliyor. Allah vere de yemekleri güzel olsa…

     Neden sonra,  elarabasıyla geldi sipârişlerimiz. Hepsinin ağzı çelik kaplarla kapalı olduğundan, kokusundan anlayamadım ne olduklarını. Garsonlar da açmadılar. Dedim ya, bir tuhaf yer! Masayı donatıp çekildiler. Dostum, “Hadi Bismillah” deyip, masanın ortasında duran porselen tabağın çelik kapağını kaldırdı. Aman Yarabbî! Gördüğüm manzara karşısında az kaldı sekte-i kalpten ölecektim! Tabağın üzerinde akrep, solucan, karafatma, hamamböceği, ilh… Velhâsıl ne kadar börtü böcek varsa, sıraya dizilmişlerdi. “Acâibü’l – Mahlûkât” adındaki kitapta garip gurup mahlûklar, işte karşımda duruyorlar…  Zannederim şok geçirdiğimden, bir müddet kendime gelemedim. Bilmem kaç dakika sonra, normal zamanda hiç de kaba konuşmayan bendenizin ağzından şu sözler dökülüverdi: “Ulan pezevenk, sen beni öldürmeye mi çalışıyorsun?!” Tabii şimdi yatışmış bir vaziyette olduğumdan, sarf ettiğim bu gâliz küfürden ötürü sıkıntılıyım; ama yine de dostumun buna şükretmesi bile lâzım gelirdi; zîrâ o sinirle tabaktaki mahlûkâtı kafasından aşağı boca etmem işten bile değildi…

     Meğer şaka yapmışmış beyzâde! “Gecikmiş bir 1 Nisan şakası” demez mi! Şimdi ben vaktimi çaldığına mı, iki adımlık yol için trafikte çektiğim onca eziyete mi, yoksa iki lokma zıkkımlanacağım diye heves ederken, evde görünce zehirlettiğimiz haşerelerin (ve hiçbir zaman görmek istemeyeceğimiz akreplerin) yemek diye önüme sürülmesine mi sinirleyim?! Yine de insanlık bende kalsın, dedim. Kendi meşrebince âdî bir şaka yapmış çocuk, hadi daha fazla kırmamayım, düşüncesiyle sükûnetimi muhâfaza ettim. Tabii ki bu, o dostumla  uzun bir müddet görüşmeyeceğim gerçeğini değiştirmeyecek… Bu uğursuz olaydan,  güzel bir netîce de çıkardım: İnsanlığın geleceği ve huzuru için, kendimi, adına haksız yere “mutfağı” ya da “yemeği” dedikleri bu “Acâibü’l – Mahlûkât Galerisi”  Çin işkencesine karşı savaş açmakla vazifeli kılabilirdim. Nasıl mı? Tabii ki zavallı ve mâsum insanları bu fesat (mide fesadı) yerlerden uzak durmaları için uyararak… (Aman bana ne, kendileri görünce zâten yemezler. Yerlerse de kendilerinden utansınlar!..
J
)

     Yaa, işte böyle. Başıma bu da gelecekmiş…


{5 Aralık 2012 Çarşamba, 03:50}