1 Ağustos 2013 Perşembe

CUMHURİYET TARİHİ SOYADI HİKÂYELERİ







                 [Bu söyleşim, Şalom gazetesinin 31 Temmuz 2013 târihli sayısında yayımlanmıştır.]


     Yakın zaman önce, sahasında bir ilk olan kitap yayımlandı: “Cumhuriyet Tarihi Soyadı Hikâyeleri” (Nisan 2013, Doğan Kitap). Şahıslara sorulan ve onların kendi ağızlarından, kalemlerinden çıkan tanıklıklarından teşekkül ederek, 600 kadar ‘hikâyeyi’ ihtiva eden bu eser;  18.-19. Yüzyıl Türkmen Şiiri Antolojisi,  Altayca- Türkçe Sözlük,  Bozkırdan Bağımsızlığa Manas,  Hakasça- Türkçe Sözlük,  Türk Dünyası Gramer Terimleri Kılavuzu,  Manas Destanı, Türk Kültüründe At,  Sinan Paşa-Tezkiret’ül Evliya,  Stalin ve Türk Dünyası, Vatan Cephesi Dâvâsı,  Yassıada Zabıtları (birkaç cilt), Anayasa Dâvâsı Toplu Savunması,  Zindanlar ve Mahkûmlar gibi telif eserlerin yazarı, Türkoloji profesörü Emine Gürsoy Naskali imzasını taşıyor… Hoca’nın, neredeyse popülerleşmiş bazı çalışmaların editörlüğünü üstlendiği ve hepsinde bir veya daha fazla makalesinin olduğu kitaplar da vardır: Ağıt Kitabı,  Arı ve Bal,  Ayakkabı Kitabı,  Çoban Kitabı,  Defin/Türkler ve Ölüm,  Hakaret Kitabı,  Hapishane Kitabı,  Hediye Kitabı,  Sünnet Kitabı,  Kahve/Kırk Yıllık Hatırın Kitabı, Temizlik Kitabı, Tuz Kitabı, Tütün Kitabı, Uçamağa Varmak Kitabı, gibi… 

     Marmara Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi  dekanı ve öğretim üyesi olan Prof. Dr. Emine Gürsoy Naskali’yle;  21 Haziran 1934’te kabul edilen ve 2 Temmuz 1934’te yürürlüğe giren Soyadı Kanunu’nun neticeleri olan Soyadı Hikâyeleri’ni konuştuk…


ORÇUN ÜÇER:
Hocam, bildiğim kadarıyla Türkçede soyadı hikâyeleri üzerine bir kitap yok. Çalışma var mı peki?

EMİNE GÜRSOY NASKALİ:
Atatürk’ün vermiş olduğu soyadlarıyla ilgili tezler yapıldı. Bir de tabiî yazar-çizerlerin kendi hayatlarını anlattıkları kitaplarında, “Benim soyadım Atatürk tarafında verilmiştir” yahut “şurdan gelir” gibi açıklamaları var.  Benim bu kitabım meşhur insanların değil, sokaktaki sade vatandaşın soyadlarını ne şekilde aldıklarını tesbit etmek içindir. Tabiî bu arada birkaç meşhur insanın soyadına da değinmiş oldum; büyükbabam Celâl Bayar, Altay Paşa, Şeref Kaya, Hâlide Edib Adıvar, Aziz Nesin gibi… Fakat büyük çoğunluğu -600 kadar soyadı var- meşhur olmayanlarınkidir.

O.Ü.:
Çok da merak edilen bir konu. İnternette, hakkında en fazla arama yapılanlardan biri… Türklerde, Hristiyanlıktaki gibi vaftiz sistemi olmadığı için, bunu öğrenebilecekleri kayıt sistemi de yok.


E.G.N.: Doğru. Soyağaçları da merak ediliyor. “Acaba benim soyum nerelere/kimlere dayanıyor?” merakı… Bu kitap, Soyadı Kanunu’yla sınırlı; biliyorsunuz, o da çok yeni: 1934’te Kanun çıkıyor ve 1935’in sonuna kadar, aşağı-yukarı bir yıl içinde herkes soyadını almış oluyor. (O zamanki Türkiye’nin nüfusu 16 milyon.) Bu işin ilginç bir yanı; bir zümrenin, sınıfın değil, bütün Türkiye’nin iştirâk etmesidir…

O.Ü.: Nüfus memurlarının kendi kafalarına göre soyadı ‘dağıttıkları’ doğru mu?


E.G.N.: Bu pek doğru değil; hatta efsane! Kişiler kendilerine soyadı seçememişlerse yardımcı oluyorlar elbette. Anladığım kadarıyla, soyadı verilmeden önce, nüfus memuruyla aralarında sohbet oluyor. O sohbette, kendi geçmşinden ve âilesinden söz ediyorlar. Memur da bu anlatılanlara binâen soyadı öneriyor. Bazen, o anda gelişen olaylara göre de veriyorlar: Soyadı konusunda karar verememiş biriyle “Hangi soyadını seçelim?” diye düşünen memur, o esnada çıkan yemeğin yanındaki taze ekmeği görünce, “Tazeekmek olsun” diyor… Fakat tabiî bunlar müstakil olaylar; külliyen böyle oldu, diyemeyiz.


O.Ü.: Bugün de kullanılan lâkapları ve âile isimlerini (“falanoğulları”, “filângiller” gibi) düşündüğümüzde, toplumun soyadına çok da yabancı olmadığını söyleyebilir miyiz?

E.G.N.:  Toplum yabancı değil ama şöyle bir hukukî yönü de var: Bazı yatılı okullarda, köylerde lâkaplar var ama herkesin lâkabı yok; onun için bütün Türkiye’yi kapsayan bir durum değil. Lâkaplar var diye ‘soyadına ne gerek vardı ‘ diyemeyiz.

O.Ü.: Böyle itirazlar da olmuş çünkü değil mi? Kitabınızda, Nihal Atsız’ın bu itirazından bahsetmişsiniz.

E.G.N.: Evet, olmuş. Dediğiniz gibi, Nihal Atsız bunlardan biri... Bir başka sakıncası da, lâkapların resmî kayıtlara geçmemesi… Yalnızca sizin sosyal çevrenizin bildiği isimler çünkü… Meselâ 1800’lerde yazılmış eski metinleri okuduğumuzda, müellifin atıf yapacağı zaman “Yusufoğlu İbrahim”, “Ahmedoğlu Mehmed”, deniyor ama yeterli olmuyor. Öyle ya, kim bunlar? Onun için, bir köye isnâd etmek durumu oluyor: “Bilmemnereli/bilmemneli Ahmedoğlu Mehmed” gibi…  Kısacası; eğer vatandaş olarak tescil olacaksak bir soyadına geçiş şarttı ve bu Kanun da onu yaptı.

O.Ü.: Bu kitap tamamen sizin şahsî merakınızın neticesinde mi doğdu Hocam?

E.G.N.: Evet, öyle oldu; ama soyadlarıyla ilgilenmem nereden çıktı, tam olarak hatırlayamıyorum.

O.Ü.: Bu çalışmanız Türkiye Cumhuriyeti özelinde; ama genel olarak soyadı kavramı ne zaman doğmuştur? Bu konuda araştırma yaptınız mı? Bir de sizin editörlüğünü yaptığınız ve konularla alâkalı makalelerinizi neşrettiğiniz;  “Türk Kahvesi Kitabı”, “Beden Kitabı”, “Ağıt Kitabı”, “Hakaret Kitabı”, “Hapishane Kitabı”, “Hediye Kitabı” gibi kitaplara “Soyadı Kitabı” olarak eklenen bir halka olabilir miydi bu çalışmanız?

E.G.N.: İsimler üzerine bir çalışma yapıyorum ama bu başlıbaşına bir konu; müstakilen çıkması daha hoş olur diye düşündüm… İlk sorunuza gelirsem; pek çok ülkede (meselâ Finlandiya’da) yakın zamana kadar soyadı yok. Yirminci yüzyılda geçiliyor. (Bugün artık soyadı da yeterli değil, mutlaka bir vatandaşlık numaranız olması lâzım.) Kimliğinizi, dar çevrenin dışında da ifade etmek durumunda, isim yeterli görülmüyor, muhakkak bir soyismi ihtiyacı doğuyor; günümüzde –örneğin bizde- T.C. Kimlik Numarası da ekleniyor.


O.Ü.: İnternette biraz araştırma yaptım. -Mâlûmunuz, burada yaptığımız araştırmalara, genellikle kaynak belirtilmediği için çok güvenemiyoruz.-  Baktığımızda; ilk soyadı kavramının Çinlilerde ortaya çıktığını, Avrupa’da da ilk Romalıların kullandıklarını görüyoruz. Dünyadaki ilk soyadı kanununun da Yahudileri, ilk önce asimile, sonra da ifşâ etmek için çıktığı söyleniyor.  –Hristiyan bakış açısından tabiî-  Bu kişinin Yahudi olduğu belli olsun, niyetiyle… Daha sonra da Hitler Almanyasında Yahudilerin Alman soyadı almaları yasaklanıyor. Yalnızca Tevrat’tan seçebiliyorlar. Yani soyadı, siyasetin de aracı oluyor… Türkiye Cumhuriyeti’nin Soyadı Kanunu’nda, bir eşitlik olduğu söylüyorsunuz kitabınızda; soyunu belli edip imtiyaz sağlamak değil…


E.G.N.: Hayır, değil; hatta tam tersi bir durum var… Bu konuda iki farklı görüş var: Onlardan biri; Soyadı Kanunu’yla köklerimiz silindi, nereden geldiğimizi bilemez olduk, diyor… Belki çok meşhur âileler, “zâde”liğe mensup olanlar hatırlayamaz olmuşlardır ama Türkiye’nin geneli için böyle bir “zâde”liğe bağlantı olmadığından ‘kökünü kaybetmek’ ne kadar var, onu bilemiyorum.

O.Ü.: Avrupa’daki gibi, aristokrat bir sınıf zâten yok…


E.G.N.: Doğru. Bence bu Kanun, “zâde” gibi bir soya bağlanmayı; Ermenilerdeki  gibi “yan” (“oğlu”- O.Ü.)  soyadını almayı –ama İstanbul Ermenilerinde var bu ek; onlara dokunulmamış.- veyâ bir aşîret adını taşımayı engellemek için de getirilmiştir.

O.Ü.: Aslında, herhangi bir sosyal sınıfı kaldırmak gayesi güdülmüş anladığım  kadarıyla.

E.G.N.: Evet, ben de öyle düşünüyorum.

O.Ü.:
“İmtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir milletiz” ‘düsturunun’ tatbîki mi acaba?

E.G.N.: Ne kadar şuurlu bir şekilde yapıldı bilmiyorum ama mutlaka biraz bu şuur da var… Örneğin, yer isimleri de soyadı olamıyor…

O.Ü.: Bunun tek istisnası “Atatürk” soyadı oluyor. Atatürk’ün kardeşi Makbule Hanım da dahil olmak üzere (“Atadan”dır, Makbule Hanım’a verilen soyadı –O.Ü.), kendisinden başka kimse o soyadını taşıyamıyor ve bu, kanunla yasaklanıyor.

E.G.N.: Ben bunda, Atatürk’ün çevresindeki insanların takdiri olduğunu düşünüyorum; kendisinin özel isteğiyle oluğunu, bir dahli olduğunu sanmıyorum. Bu kararda, bu soyadının tek imtiyazının Atatürk’e ait olması, başkalarının ondan istifade edememesi  niyeti de vardır bence…

O.Ü.: Peki, Yahudilerde durum nedir? Onları tesbit edebildiniz mi?

E.G.N.: İstanbul’daki Yahudi arkadaşlarıma sordum ama onlar da söyleyemediler soyadlarının nereden geldiğini veya nasıl verildiğini.

O.Ü.: Yahudilerdeki soyisimleri, genellikle yer adlarıdır; misal, Toledo soyismi, aynı adlı şehirden mülhemdir, mâlûm…

E.G.N.: Haklısınız… Ben, Yahudilerin soyadlarına pek dokunmamışlar intibâını taşıyorum.

O.Ü.: Kitabınızda, yalnızca iki Yahudi vatandaşı tesbit edebilim: “Dilman” (s.66) ve “Romi” [İspanya’da bir kasaba adı. –O.Ü.] (s.186) soyadlarını alan şahıslar. Aslında “Dilman” soyisimini alan (ya da verilen) kişinin soyismi Dilman değil; Türkçe bir ad çünkü…

E.G.N.: Evet, hatırladım… Tabiî değil, değiştirmişler…

O.Ü.: Bu değiştirmenin sebebi nedir acaba? (‘Gerçek’ soyadı Alazraki –O.Ü.)  “Ailemiz dille uğraştığı için…” diye açıklamış mezkur şahıs. Bu değiştirme ailenin tercihi mi yoksa devletin (sözgelimi, Atatürk’ün) önerisi mi sizce?

E.G.N.: Tam bilemiyorum ama belki de o dönemin hâlet-i ruhiyesine dahil olmak düşüncesi olabilir… Kendi tercihleridir, diye düşünüyorum; çünkü bir kısıtlama gelmemiş.  Rum vatandaşlar, eski soyadlarını alabilmişler; mesela, Dimitriyadis, Dimitriyadis olarak devam etmiş…

O.Ü.: Türk kültürü de dahil olmakla birlikte pek çok kültürde “-oğlu” ekiyle biten soyadları var. Neden “-kızı” yok? Bu, bir cinsiyete atıf mı, yoksa  -“bilimadamı”ndaki “-adam”ın erkek değil de”insan” (âdem) anlamında olması gibi- insan’a/insanoğlu’na bir gönderme mi; ya da doğrudan doğruya “insan” mı demek?


E.G.N.: Cinsiyet üzerinde durulması yakın zamanların bir hâdisesi… İşte, “bilimadamı”na yapılan itirazlar ve “bilimkadını” da densin, diye önerenler olduğu gibi… Tabiî buna, sizin de dediğiniz gibi,  “oradaki ‘-adam’ zaten ‘insan’ demektir” diye cevap da veriliyor… Bu, feminist akımın bazı çevrelere getirdiği bir hassasiyettir kanaatimce… Sorunuza gelince; bunun nedeni, bildiğimiz kadarıyla dünyadaki bütün toplumlara hâkim olan ataerkil yapı olabilir…

O.Ü.: Soyadı alma mecburiyeti  -kanun zoruyla- yalnızca Türkiye Cumhuriyeti’nde mi vardı? İnternette bu yönde ‘bilgiler’ var fakat kaynak olmadığı için itibar etmek mümkün değil doğal olarak…

E.G.N.: Hayır, bize özgü değil; kanun zoruyla, Japonya’da da yapıldı. Finlandiya’da da öyle olması lâzım.

O.Ü.: Peki Hocam, Atatürk’ün bizzat verdiği soyisimlerin dökümünü çıkardığınızda, (kitabınızda, dedeniz Celâl Bayar’a da soyadının bizzat Atatürk tarafından verildiğini öğreniyoruz), ortaya çıkan tablo nedir? Misal, Cumhuriyet’in ‘ulus inşâ etme’ sürecinin –veya dilerseniz ‘Türkleştirme politikaları’nın diyelim- bir yansıması görülebiliyor mu bu tercihlerde?

E.G.N.:  Zannetmiyorum.  Kişinin meziyetine, kabiliyetine, yaptığı işe, temeyyüz ettikleri alanlara binâen soyadları bulup verilmiş.

O.Ü.: Sevgili Hocam, siz, Soyadı Kanunu’nun bir amacının da sınıf fikriyatını, ayrıcalığı kaldırmak olduğunu söylediniz; fakat farklı iddialar önesüren kişiler de var. Misal, bu konuya, gerek kitaplarında gerekse bir zamanlar sıkça çıktığı televizyon programlarında yer veren  ve konuyla alâkadar herkesçe mâlûm olan bir profesör yazar, soyisimlerinden yola çıkarak, birtakım insanların dinî âidiyetlerini ‘ifşa’ ediyor ve bu kişilerin, dinî konumlarından ötürü, haksız yere ‘belli yerlere/makamlara’ getiriliği ‘tez’ini ileri sürüyor… Nasıl karşılıyorsunuz?

E.G.N.: Kısmen olabilir tabiî ama sözkonusu mezkur şahıs oluğunda, son derece takıntıları olan bir insan oluğunu düşünüyorum. Baktığı her yere bir “dönmelik” (Sabatayizm –O.Ü.),  bir Sabatayist görüyor… Bu da bir takıntı tabiî…

O.Ü.: Bence bir önkabulen, önyargıdan yola çıkıyor.

E.G.N.: Şüphesiz… Ne demek istediğini bilmiyorum. Cumhuriyet’i Sabatayistler kurdu demek mi istiyor nihai noktada?

O.Ü.: Onu açık açık diyor zaten Hocam! “Kuruluşunda en çok etkin olan unsurdur” diyor. Hatta, kendisini de Cumhuriyetçi olarak tanımladığı için “Ben bu zümreye karşı değilim; bunlar Cumhuriyet’i kuran kadrodur” diyor. Devamında “Benim karşı olduğum husus, kişilerin yeteneklerine bakmaksızın, hatta sıfır kabiliyetli olanların dahi, sırf Sabatayist olukdarı için ‘bir yerlere’ getirilmesidir” diyor.

E.G.N.: Onun “Sabatayisttir” dediği çoğu kişilerin Sabatayist olmadıkları biliniyor. Zaten bu iddialara tepki gösterenler çoğunlukta…  Bir de, kurduğu bağlantıların zayıf oluğunu düşünüyorum: Aynı sokakta oturmuşlar da, o onunla ilişki kurmuş da… Zaten o zamanlar Türkiye’nin nüfusu neydi ki;  çoğu kişi birbirini tanıyordu…

O.Ü.: Peki buna “isimbilim” demek ne kadar doğru. Çünkü, “Benim yaptığım iş bilimdir.” diyor. Böyle bir bilim var mı?

E.G.N.: Tabiî ki isimler üzerine bir bilim var;  buna “onomastique” denir. Bizler de farklı alanlarda yararlanırız bu bilimdalından; fakat bahsettiğimiz şahıs, buradan hareketle bir dayatma yapıyor ve temelleri pek sağlam olmayan çıkarımlara varıyor.


[Not: Bu söyleşide bana eşlik ederek fotoğraf çeken sevgili dostum Kubilay Bürgân’a teşekkür ederim…]





18 Haziran 2013 Salı

“EMEĞE SAYGI” MI? (YA DA “ÖYLE EMEĞE BÖYLE SAYGI!”)




     Sevgili dostum Kubilay Bürgân’la olan sohbetlerimiz, hep edebiyat üzerinedir. Tabiî olarak, pek çok  hususta birleştiğimiz gibi, ayrılırız da… Bâzı şâirler mevzu-bahis oldu mu, bu ayrılığımız daha da kes(k)inleşir. Kubilay, onca tartışmamızın (fikir teatimizin) netîcesinde, pek de konuyla alâkası olmayan –hadi onu kızdırayım: belki de, ‘mağlûbiyetinin’ işâretidir bu! J- bir şey söyler: “Kötü de olsa emek vermiş; saygı duymak gerekir.” Bu, bana göre, kabûl edilmesi mümkün olmayan bir bakış açısı. Hattâ, dikkate bile alınmaması gerek!.. Öyle ya; yeteneksizliğine bakmadan edebî metin yazmaya cüret eden, üstelik bunu yayımlatan birine, ne demeye “emek  vermiş” diye saygı duyacakmışım?! Bilakis, haddini bilmediği için kızarım!..



     Bu hususta, üstâd Fethi Naci’nin de benimle aynı düşündüğünü okuyunca pek sevindim… Şaşırdım mı? Hayır! Çünkü, ‘aklın yolu bir’!..

     Üstâd’ın, “Kıskanmak” kitabındaki “Edebiyatımızda Ölçüt Sorunu”* yazısından naklediyorum:


     Toplumsal yozlaşmayla birlikte edebiyatımız da öyle bir yere doğru gidiyor ki, genç şâirlerimizin, genç hikâyecilerimizin ölçüt sorununu anımsamaları, kendilerinden önceki usta şâirlerin, hikâyecilerin (ya da hikâyecinin) yazdıklarıyla kendi yazdıklarını karşılaştırmaları gerekir diye düşünüyorum; o ustaların ulaştıkları düzeylere ulaşabilecek şâirleri, hikâyecileri özlemle bekliyorum; bir yılda yirmiye yakın hikâye kitabı, altmıştan fazla şiir kitabı okuduktan sonra aradığını bulamayınca da her yıl sonunda tekrarlanan gazete soruşturmalarına ister istemez ‘Bu yıl bende iz bırakan bir eser olmadı.’ diye cevap veriyorum. ÇÜNKÜ BİR ELEŞTİRMENİN GÖREVİ, ‘SIRADAN’ OLANA (BİR EMEK ÜRÜNÜDÜR, DİYE)YARDIMC I OLMAK DEĞİLDİR; kendinden önceki şâirleri, hikâyecileri, romancıları aşmak bir yana, onların eserlerinde ulaştıkları düzeyin semtine bile ulaşamayan, yazdıkları yalnızca bir kitap nesnesi olarak vâr olan yazarlara karşı BÖYLESİ BİR TUTUM, ‘SEVGİSİZ BİR TAVIR’ DEĞİLDİR, ‘ELEŞTİREL BİR TAVIR’DIR. Çünkü sınâi ve tarımsal üretim alanında kutsal bir değer olan ‘emek gücü’, sanatsal yaratış alanında ikinci plânda kalır: Bu alanda asıl olan, ortaya konan eserdir: Toplumsal yaşamın sürebilmesi için zorunlu olan sınâi ve tarımsal üretimin toplumsal emek gücü ile, sanatın, edebiyatın bireysel-kişisel emek gücünü bir tutmaya kalkışmak, olsa olsa, sanat ve edebiyat ürünlerini serî îmâlât ürünleriyle aynı kefeye koymak olur.”  (s.66-67)


* Fethi Naci,  “Edebiyatımızda Ölçüt Sorunu” - “Kıskanmak”/Eleştiri Günlüğü 5,  Oğlak Yayıncılık, 1998)




 

23 Mayıs 2013 Perşembe

IRKÇI BİR İNSAN İYİ BİR YAZAR OLABİLİR Mİ?


MERAK CEMİYETİ TUTANAKLARI / ENİS BATUR

[Bu yazım, ŞALOM gazetesinin 22.05.2013 târihli sayısında yayımlanmıştır.]








Enis Batur, belli bir edebî ve sanatsal düzeyde okuru olan bir yazardır. Yazdıklarının bir kısmı, geneli pek alâkadar etmez. Öyle çok satan bir yazar da değildir… Bu anlamda, deyiş yerindeyse, okura eyvallâhı olmayan bir sanatçıdır. Bunu, yeri geldiğinde kendisi de yazar; bilinçli bir tercihin ürünüdür bu tutum. Bu yazıda değinmeye çalışacağım yeni kitabı (aslında, birkaç kitabı hemen hemen aynı anda yayımladığı için, yeni kitaplarından biri, demek daha doğru) “Merak Cemiyeti Tutanakları”nın bir yerinde, şöyle ifâde eder bu durumu: “Son yıllarda, kitaplarım üç koldan çıktı okurun karşısına: Okkalı ciltler (Başkalaşımlar XXI-XXX gibi), ortaboy kitaplar (Hâneberdûş gibi), küçük kitaplar (Hayalet gibi). Gözlemim şu: Okur, ilk kümedekilerden bir parça ürküyor, üçüncü kümedekileri gözden kaçırıyor, daha çok ikinci kümenin ürünlerine yönelmeyi yeğliyor. Onlar nasıl bildiklerini yapıyorlarsa, yapacaklarsa, ben de bildiğimi yapmayı sürdüreceğim – malûm, velînîmetim yoktur!” (s.354)

“ENİS BATUR NE İŞ YAPAR?”

     “Mârifet iltifâta tâbîdir.” sözünü çok severim. Bence, “Yazdıklarımı okuyanların hiçbiri çevremdekiler değil.” (s.115) diyen Enis Batur da –hakkı olan- ‘mazhâriyete’ kavuşmak ister. Belki yanlış bir izlenim bu ama,  Şehir Meydanında Fıçı Yuvarlamak” kitabındaki şu satırlardır böyle düşünmemin nedeni: “Adıma kitap kapaklarından, otuz yılı aşkın süredir yazdığım günlük gazete ve haftalık-aylık dergilerden âşinâ kaç okur vardır, bilemem; tahmin yürütmek gerekirse, yaklaşık 50 binlik bir nüfus sözkonusu olsa gerektir. ‘Enis Batur ne iş yapar?’ sorusuna hemen tümü ‘yazardır’ yanıtını verirdi sanıyorum. (s.126)

TUTANAKLAR…

     Alakarga Yayıncılık’ın bu yılın ilk ayında yayımladığı “Merak Cemiyeti Tutanakları”nın altbaşlığı “İçbükeyler: 2010-2011”. Enis Batur’un Cumhuriyet Kitap’taki “Pertavsız” köşesinde yayımlattığı  yazılarının toplamı/seçkisi… Bu dizinin ilk kitabı, 2009 yılında Kırmızı Yayınları’ndan çıkan “Pervasız Pertavsız”dı. (İlkinde “İçbükeyler” ibâresinin olmadığı kitabın altbaşlığı “2000-2008”di.). Bu cildin ikinci kitabı, yine aynı yayınevinden, 2012 yılında geldi: “Şehir Meydanında Fıçı Yuvarlamak” (Bu kitabın albaşlığı ise “İçbükeyler: 2008-2010”du.).

     Enis Batur’un yazılarını tâkip edenler, bu yazıların külliyetli kısmını, sanat ve edebiyatın oluşturduğunu bilirler. Arada, siyâsete de değinir ama bu hususta –belki de haksız olmayarak- pesimisttir Batur. Bu sıkıcı ortamdan yine sanata sığınılacaktır. [“ ‘Benim gibiler’, kişisel travmalarla, yaşanan dramlarla başetmenin yolunu genelde üretmekte bulmuşlardır. Bir panzehir türü, bir karşı-kefeye yükleme yaparak denge tutturma, bir göğüsleme içstratejisi olarak görülebilir o seçim.” (s.79)] Fakat bu son dediğimden, Enis Batur’un, sanatı, edebiyatı ‘sığınalacak bir alan’ olarak gördüğü anlaşılmasın; bilâkis, bir yaşama biçimi (life style / tarz-ı hayat), hattâ vâroluş biçimidir…

     Enis Batur’un her yazdığını merakla okumaya çalışırım ama ilgimi çekenler (hemen her yazarda olduğu gibi) edebiyat üzerine yazdıklarıdır. Bunda, edebiyat tutkunu olmamın yanında, onun yazdıklarını bütünüyle anlayabilecek, kuşatabilecek bilgi ve estetikten yoksun olmamın da payı var kuşkusuz… Mevlânâ’nın o meşhur benzetmesiyle, kendi kabım ölçüsünde, o deryâdan alabileceğim kadarını alıyorum. (Bu evrensel düstur, Enis Batur âyarındaki bütün yazarlar için geçerlidir elbette…)

     Enis Batur’un bu kitabında da edebiyatla ilgili o kadar fazla ve geniş-yelpâzeli bilgiler var ki, bunlardan belli bir seçme yaparak bahsetmek mecburiyetindeyim.


IRKÇI BİR İNSAN İYİ BİR YAZAR OLABİLİR Mİ?

     Yakın zamanda yeni bir kitabı (Profesör Y İle Konuşmalar) Türkçeye tercüme edilen ve “Gecenin Sonuna Yolculuk” romanıyla tanınan Louis-Ferdinand Céline, mâlûm olduğu gibi, bir Nazi yanlısıdır ve şüphesiz ki bu yanıyla, insanlığın yüz karasıdır! Kimileri, ağır bir itham sayabilir bu dediğimi ama ben az bile söylediğimi düşünüyorum ve Émile Zola gibi haykırıyorum: “J'accuse!”(*)

     Peki, bu insan iyi bir yazar olabilir mi? Açıkçası bilmiyorum. Bunu “emin olamıyorum” anlamında değil (Céline özelinde) gerçekten bilmediğimi söylemek için dedim. Çok doğal: Çünkü okuyamadım! Biliyorum, önyargı her şeyde kötüdür –hele benim gibi, edebiyatı seven biri için… Enis Batur, bu kitabında, şu soruyla girer konuya: “Louis-Ferdinand Céline, kendi ülkesinde resmen anılabilir mi?”. Ve devam eder: “Soru, bir sorundan doğdu: Kültür Bakanlığı’nın her yıl bastırıp dağıttığı ajanda bu yıl, Celiné’e de yer verdiği için gerisin geri toplatıldı, tartışmanın başlaması gecikmedi.”  Enis Batur, yazının devamında kendi görüşünü de söyler. Bu husustaki görüşü ve tutumu, her aklıbaşında insanın tavrıdır: “Celiné’in resmî düzlemde anılması yerinde bir yaklaşım değil bana kalırsa. Yapıtlarındaki açık Yahudi düşmanlığının, yarı dolaylı yarı dolaysız, soykırım girişimine katkısı olduğu kanısındayım. ‘İnsanlık suçu’ kavramını doğru buluyorum ve Celiné’in yazdıklarıyla bu suçu işlediğine inanıyorum.” (s.209) [abç. –O.Ü.] Fakat, edebî değerini ayrı tutar Batur. “Salyalı antisemitizmine” uzak olduğunu söyler ama “Celiné’de yazınsal değerler yüksek düzeydedir.” diye de ekler. Belki de bu cümlede “ama” bağlacını kullanmam yanlıştı; ikisi birbirinden farklı şeyler çünkü. Ben de Celiné’in ve benzerlerinin edebiyattan silinmesini, kitaplarının yasaklanmasını savunuyor değilim elbette – öyle olsaydı, aynı şiddette olmasa da maalesef bu düşüncedeki birçok yazarı okumamamız gerekirdi; fakat yaşanan onca acıda onun da ‘tuzu’ olması, serin yaklaşmama mânî oluyor… Nasıl olmasın ki, insanlıktan sınıfta kalmış bir yazardır bu! Belki okuduğumda edebî tarafını severim ama onun hakkındaki hükmüm, Batur’un, Nabokov’a dâir şu düşüncesi gibi olacaktır: “Arkasındaki insanı sevemedim!” (s.220)

      Bugün, bilmem ki Celiné’in bu iğrenç yönünü alkışlayanlar var mıdır? “Shoah’dan sonra doğmuş, Avrupa sınırlarının dışında yaşayan birinin (Yahudi olsun veyâ olmasın –O.Ü.), olup bitenlerden çok yaralanması, incinmesi, ezilmesi olanaksızdır, diyecek olanın alnını karışlarım.” (s.236-37) Soruma dönersem; bana öyle geliyor ki, alnı karışlanacak insanların sayısı maalesef az değildir!

YATAY EKSEN VE DİKEY BOYUT

     Batur, Mathias Énard’ın “Savaşları, Kralları ve Filleri Anlat Onlara” romanı üzerine yazdığı yazısında, iki ‘kavramdan’ söz eder: “Yatay eksen” ve “dikey boyut”. Şu cümleler, bu ‘kavramları’ açıklayacaktır: “Énard’ın romanını iki çırpıda aradan çıkardım. Düzgün ama düz bir anlatı. Baştan uca bir yatay eksende gelişiyor, dikey boyutu neredeyse yok gibi: Dolayısıyla derin bir yapıttan sözedemeyiz.” (s.75). “Énard’ın romanı, sıkıştırılarak basılsa, 100 sayfayı güç belâ bulur. Bunun yerine, 50 sayfada yoğunlaşacak, ekonomisi buna uygun biçimde kotarılacak bir ‘uzun öykü’, eksikliğini duyduğum derinliği devreye sokamaz mıydı? Konuda o vaat var bana kalırsa: Yazarda o niyet ağır basmamış ki! Yukarıdan aşağıya inecek bir anlatı (dikey boyut –O.Ü.), az sayıda okuru ilgilendirecekti, soldan sağa versiyonun (yatay eksen –O.Ü.) daha geniş bir kitleyi keseceği kesin…” (s.76) [Bu tanımlamaya, Batur’un, “Şehir Meydanında Fıçı Yuvarlamak” kitabında da rastlamıştım. Adalet Ağaoğlu’nun günlükleri için “Hiçbir derinlik belirtisi göze çarpmıyor günlüklerde; soldan sağa ilerleyen bir yazı, yukarıdan aşağıya asla dönmüyor.” (s.206) (İtalikler bana âit –O.Ü.)]  Yazar adayları ve hattâ edebiyatçılar için önemli olduğunu düşünüyorum bu konunun; zîrâ, “Yazınsal yapıtı yalnızca içeriğiyle değerlendiremeyiz, yazılış biçimi bir o kadar bağlayıcıdır, özgün oluşu bağlamında…” (s.131) Tabiî bunun için, belli bir aşamayı geçmiş olmak; en azından –bizim anlı şanlı yazarlarımızda dahî görünen- “cacographe” eşiğinden rütbe almış olmak gerekir! (**)

ELEŞTİRİYE AÇIK OLMA

     Edebiyatçıların, eleştirmenleri pek sevmediği ortadadır. Türk edebiyatının en önemli eleştirmeni olan Fethi Naci, eleştirmenlik için “nankör bir iş” demiştir. Bu, lâf olsun diye söylenmiş bir söz değil, tecrübe neticesidir: Yirminin üzerinde edebiyatçı dostu, sırf yazdıklarını eleştirdiği (yâni değerlendirdiği) için, Fethi Naci’yle selâmı sabahı kesmiştir. (Bunun istisnâsı, Tahsin Yücel’dir.) Oysa eleştirmeni takdir etmek gerekir; iyi bir eleştiri, yol gösterir çünkü. Yazarların tavrı, Enis Batur’unki gibi olmalıdır: “Temellendirilmiş, kendince gerekçelendirilmiş her eleştiri benim için sâhiden yararlıdır; sonunda katılmayabilirim eleştirinin özüne, ama arada, özen ve dikkatle yeniden ölçümler yaparım.” (s.132) Çünkü: “Kendince dayanakları olan her eleştirel okuma besleyicidir. Yaralayabilir, aynanızı çatlatabilir, bir süreliğine uykunuzu kaçırabilir. Bunun bedelini eleştiriyi yöneltmiş olana ödetmeye kalkışanlar, kendilerini neden o kadar beğendiklerini de araştırmalıdırlar.” (s.133 –İtalikler bana âit ve abç. –O.Ü.). Eleştirmenin işi yaratılmış metindir, onun yazarı değil. Eleştiriyi şahsına yapılmış bir hakaret olarak algılayıp, işi,  neredeyse kan dâvâsı olarak algılayanların, edebiyat anlayışlarından şüphe etmek gerekir. Çünkü eleştiri de edebiyata dâhildir; üstüne üstlük, bir bilimdir! “ ‘İnsanı sevmem, ama yapıtına değer veriyorum.’ (vice versa) eşiğini aşa[n]…” (s.269) her eleştiri makbul sayılmak mecburiyetindedir.

BİR ANEKDOT

     Yazılarının konusu epey geniş olan Enis Batur için olan şu anekdot çok hoş doğrusu: “Samih Rifat ile Ekrem Işın’ın, bir konu üstünde bir süre konuştuktan sonra, ‘Enis’i arayalım, o nasılsa bu konuda yazmıştır.’ dediklerine değinmiştim. Anekdotu severim; yarısı şakaysa, öteki yarısı doğrudur: Çok şey üzerine yazdım ben.” (s.373) [Batur, “…dediklerine değinmiştim.” diye belirtmiş. Doğru: O yazısını, “Şehir Meydanında Fıçı Yuvarlamak” kitabına almıştı. Batur, bunu, “yaygın bir ilgi alanı, ket vurulamaz bir merak duyma dürtüsü”yle açıklıyor orada. (s.250) Bilenler bilir: “Merak böceği” tanımının yaratıcısı olan Enis Batur’un kendisi, ‘devcileyin’ bir merak böceğidir.]

TECESSÜSHÂNE

     Bu güzel kitaptan daha çok söz etmek isterdim ama mâlûm, alan sınırlı. Ölen/öldürülen yazarlar (Bedrettin Cömert, Orhan Veli, Tanpınar, Oğuz Atay), yaşasalardı, neler yazarlardı ve yaparlardı, üzerine kurulu (bence, roman olabilecek) metinlerden; köklü bir âileden gelmenin ve/veyâ zengin olmanın burjuva olmaya yetmediğinden, bunun bir gusto ve kültür işi olduğu yazısından; sefâlet içinde yaşayan ve evinde ölü bulunan değerli yazar Muzaffer Buyrukçu’dan (“Buyrukçu’nun ölüsüne, ceset kokunca ulaşabilmiş bir insan topluluğu!” –s.389); Selim İleri’nin bir yazısından yola çıkarak yazdığı, edebiyatımızdaki değer düşüşünün ivme kazanmasını ve nitelikli sanatçıların eserlerinin neredeyse unutulmaya yüz tutmasını dilegetirdiği eleştirisinden de söz etmek isterdim oysa…

     Enis Batur’un bir okuru olarak “Yeni kitabını heyecanla bekliyorum!” diyemeyeceğim; çünkü, onun yazma hızına, onu okurken yetişemiyoruz. Eski tâbirle ‘velûd’ (doğurgan, üretken) bir sanatçıdır Batur. Yalnızca, merak ülkesinin coğrafyası hudutsuz olan bu merak böceğinden şöyle bir istirhâmım var: “Cabinet de curiosité”nin (s.290) karşılığı olarak önerdiği o enfes “Tecessüshâne” kelimesini, bir kitabına isim olarak vermesi…

______

(*) ”Suçluyorum!” / “İthâm ediyorum!”

(**) Cacographe: Durmadan dilbilgisi yanlışları yapan, düşük cümleler kuran yazar. (s.202)

15 Nisan 2013 Pazartesi

EŞLERİNE GÖRE EDİPLERİMİZ: NURULLAH ATAÇ



Sermet Sâmi UYSAL: Beğendiğiniz edipler?
Nûrullah ATAÇ: Fuzûlî, Bâkî, Neşâtî, Nâilî, Atâî... Birinci Edebiyât-ı Cedîde ile ikinci Edebiyât-ı Cedîde'den hiçbirini sevmem. Tevfik Fikret'e hürmetim vardır; o kadar... Abdülhak Hâmid'le Nâmık Kemâl'de şiir yoktur. Hele Abdülhak Hâmid, komik şâirdir. Mehmet Âkif'e gelince; şiirden anlamak, Mehmet Âkif'in şâir olmadığını anlamakla başlar.
S.S.UYSAL: Pekâlâ, ya sevdikleriniz?
ATAÇ: Hâşim, Yahyâ Kemâl; yenilerden Orhan Veli, Oktay Rifat, Metin Eloğlu, Turgut Uyar, Orhan M. Arıburnu, Necâti Cumâlı... Bir şiiri için de Ahmet Kabaklı. Hikâyecilerden: Sait Faik, Kemâl Bilbaşar, Tahsin Yücel, Yaşar Kemâl... Aman sonra Yâkup Kadri ile Fâlih Rıfkı'ya da bayılırım. Bunlar şimdilik aklıma gelenler. Daha başka sevdiklerim de var.
Ayrıca İlhan Demirarslan'ın da şu şiirini severim:
Ben bir bekâr adamım
Param yok ki karım olsun.
Geceleri Şeytan girer rüyâma,
Sağolsun.

["Eşlerine Göre Ediplerimiz", Sermet Sâmi Uysal, L&M Yay., 2004. "Leman Hanım, Eşi Nûrullah Ataç'ı Anlatıyor", s.120]

24 Ocak 2013 Perşembe

HÜSEYİN RAHMİ’DEN ‘FAST FOOD EDEBİYATI’NA…

                                            Orçun Üçer'in arşivinden                                                    


               [Bu yazım, Akşam Kitap'ın 18 Ocak 2013 târihli sayısında "İzi Kayıp Bir Yazardan Popüler Röportajlar" başlığıyla yayımlanmıştır]



     Geçtiğimiz ay bu köşede bir başka kitap fuarından; Beyoğlu Sahaf Festivali’nden söz etmiştim. Bu ay, o festivalden aldığım pek çok değerli kitaplardan birini yazacağım: Mecdi Sadrettin’in; Hüseyin Rahmi (Gürpınar), Celâl Sâhir (Erozan), Aka Gündüz (gerçek adı Enis Avni’dir) ve Ahmet Hikmet (Müftüoğlu) ile yaptığı röportajları ihtiva eden ve İstanbul’da, Milliyet Matbaası’nca 1929 yılında neşredilen “Sevdiklerimiz” adlı kitabı.    

     Mecdi Sadrettin kimdir? Açık konuşmak gerekirse, bilmiyorum. Bu kitabın üzerinde  görene kadar da, adını işitmiş değildim. Merak edip araştırma yaptım ama evimdeki mebzul miktarda kaynağa rağmen, ismine,  olması gereken kaynaklarda rastlayamadım. İnternette yaptığım gezintiler esnasında bölük pörçük –o da, başkalarının biyografileri ya da onunla ilgili olmayan makaleler içerisinde- bilgiler edindim.  Buna göre; Ankara’da yaşayan bir gazeteci olduğunu, İkinci Dönem Lozan Konferansı’na katılan Türk delegasyonu arasında (gazeteci sıfatıyla ve İkdam gazetesi  –Refik Durbaş’ın “Gazetecilerin Lozan Macerası” yazısına göre “Hâkimiyet-i Milliye”- adına) yer aldığını, Cumhuriyet’in ilânını gazetenin (İkdam) manşetinden ilk duyuran kişi olduğunu,  Atatürk’ün, “Şapka Devrimi” ilânı için Kastamonu’ya hareket ettiği (ama henüz ilân etmediği) andan itibaren, bir fötr şapka giyip dolaşmaya başladığını (Bkz: “Bayramın Havai Fişekleri”, Çetin Altan), son olarak da, Sayman soyadını aldığını öğrendim.

     Ahmet Cevdet Oran’dan sonra İkdam gazetesinin başına geçen Mecdi Sadrettin’in, “Sevdiklerimiz” dışında şu kitaplarına ulaşabildim: 1928 yılında, “Harf İnkılâbı”ndan hemen önce neşredilen ve Lâtin harflerine hâlen aktarılmamış olan “Bir İdam Mahkûmu İle Mülâkat” adlı hikâye kitabı, 1944’te yayımlanan “Cennet Hanım” adlı romanı… Ayrıca, hangi yıllarda yayımlandığını tespit edemediğim “Marmara Martısı” adlı romanı, Türk delegasyonuna gazeteci sıfartıyla iştirak ettiği Lozan’a dair “Lozan Kulislerinde/Sulh Konferansı İntiba ve Müşahadeleri” notları  ve “Kara Çetenin Tarihi” isimli “suikast muhâkemesi tutanakları”…  (İzmir Suikasti mi acaba?)

     Muharrem Dayanç’ın “ ‘Yeni Kitap’ Dergisinde On Yazar – On Mülâkat” (Dergâh Yayınları, 2009) çalışmasından öğrendiğime göre,  Yeni Kitap dergisi için yapılmış olan  ve daha sonra da “Sevdiklerimiz” adıyla biraraya getirilen bu kitaptaki en beğendiğim söyleşi, hiç şüphesiz ki, Hüseyin Rahmi Gürpınar’la yapılanı oldu. Yer darlığı nedeniyle de, bu yazımda, yalnızca, Hüseyin Rahmi’yle yapılan o ropörtajdan küçük bir hususa temas edeceğim.
    
    
Prof. Dr. Zeynep Kerman hocamızın hazırladığı, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın,  “Edebiyat Üzerine Makaleler” (Dergâh Yayınları) kitabındaki “Romana ve Romancıya Dair Notlar” yazısında “Türk romanındaki hakiki konuşma, Hüseyin Rahmi ile başlar. Onda her cins konuşma vardır. Hüseyin Rahmi’nin büyük kuvveti, insan yaratmasını bilmesidir. Kahramanları kitabın ortasında tabiî muhitlerinde imiş gibi yaşarlar. Vâkıa biraz fazla saçılıp dökülürler; fakat yaşarlar. O, halkımızı ve hayatımızı tanıyan muharrirlerdendir. Fakat asıl edebiyatımıza sokak onunla girmiştir.” dediği bu büyük romancının, “Heybeliada’nın en mürtefi (yüksek) noktasındaki zarif köşkün[e]”, Mecdi Sadrettin’le birlikte biz okurlar da konuk oluruz. Mecdi Sadrettin’in; “Şık,” İffet”, “Mürebbiye” ve daha nicelerini yazmış ve yazacak olan Hüseyin Rahmi’nin, memleket çapında  okunduğunu ve her sosyal sınıftan rağbet gördüğünü vurguladığı “Yedikule’den, Sarachanebaşı’nın rutubetli evlerinden tutun da, Şişli’nin konforlu apartmanlarına, Anadolu’nun kerpiç evlerine kadar; hangi mesken vardır ki, içinde tozlu bir rafın, ya kapısı kırık bir kitap dolabının köşesinde veyahut da müzeyyen (süslenmiş) bir kütüphanede, maruf (bilinen, tanınan) romancının (Hüseyin Rahmi’nin) bir iki eseri bulunmasın? Her sayfası insana ayrı bir zevk, başka bir neş’e, ruha tarifi müşkül bir gıda veren bu büyük Türk edibinin roman sayfaları önünde, fitili bozuk bir petrol lâmbasının veya kör bir kandilin altında eğilip sabahlayan başlar az mıdır?” (s.5) tespiti, bugün için düşündürücüdür. Şundan ötürü: Anketler, edebî eserlerin ve bilhassa da romanın, son yıllarda büyük bir ivme kazandığını söylüyor bize. Biz kitapseverler de, gerek kitapçı vitrinlerindeki çoksatanlardan, gerekse kitap ekleri ve edebiyat dergilerinden bu artışı gözlemleyebiliyoruz. Evet, kitap satışları az değil ama satılan kitaplar da –açık konuşmak gerekirse- göz nurunu dökmeye değecek eserler değil! Günün modasına göre yazılan ve modanın kanunu gereğince de çok kısa zamanda –ve bir daha hatırlanmamak üzere- yerini (bu kitapların diliyle söylersem) ‘tıpkısının aynısı’na terk edecek olan bir ‘fast food’ edebiyatı… Hemen her sosyal ve kültürel tabakadan insanların Hüseyin Rahmi gibi sanatçıları okuyup zevk aldığı o Türkiye’den, yaptığı alışverişlerin ve yattığı kişilerin sanal günlüğünü kitaplaştıran bugünün ‘blog edebiyatı’na nasıl ve neden gelindiğini araştırmak, edebiyat sosyoloğunun boynunun borcudur.

                                          


(Hüseyin Rahmi bu videoyu görse, pek gülerdi. Hoş olmuş.)
           Biz, Hüseyin Rahmi’ye dönelim: Mecdi Sadrettin’le birlikte biz okurlarını da evine misafir eden Hüseyin Rahmi Bey’i, “çocukluk arkadaşı, müşfik bir kardeşi olan” Miralay Hulûsi Bey’le birlikte buluruz. Köşkünden pek az çıkan bu büyük sanatçı, günlerini, üst kattaki mesâi odasında okumak ve o harikulâde eserlerini yazmakla geçirir. Hobi olarak da resim yapar, fotoğraf çeker, ut ve piyano çalar.
    
    
İlk kitabını on iki yaşında yazmıştır. Ne acıdır ki, Aksaray yangınında kül olur o ilk göz ağrısı. Geriye ismi kalır yâdigâr: “Gülbahar Hanım” adında bir piyes… Daha sonra o meşhur romanı “Şık”ı yazacaktır. Etrafındakiler kitabı okurlar ve hemen, Ahmet Mithat Efendi’ye götürmesini söylerler. Hüseyin Rahmi romanı henüz tamamlamamışsa da, gönderir. Ahmet Mithat Efendi, bir iki gün sonra, gazetedeki sütununa yazı yazarak, “Şık” romancısını  matbaaya dâvet edecektir. Genç muharrir, heyecandan titreyerek dâvete icâbet eder. Ahmet Mithat, karşısında, daha çocuk denebilecek yaştaki birini görünce şaşırır ve romanı, onun yazdığına inanmaz. Hatta, yalancılıkla suçlar! Bu suçlama karşısındaki cevap, iki damla yaş olur. Bunun üzerine Ahmet Mithat “O hâlde tamamlayıp getir” der ve tamamını okuyunca, “Başından daha iyi olmuş” diyerek, bu genç sanatçıyı tebrik eder.
    
    
İşte, bu büyük sanatçının şöhret bulması bu olayla başlar…