17 Ağustos 2011 Çarşamba

ŞÂİR NE ANLATIR? (İSMET ÖZEL’LE KARŞILAŞMA)


     Birkaç gün önce, Beyazıt'taki kitap fuarında İsmet Özel'i gördüm. Tek başına oturuyordu koca şâir. Gidemedim yanına. Yalnızlığı korkutucuydu...
     Küçük, tek kişilik, yuvarlak masada, plâstik sandalyeye oturmuştu. Önünde, iki şiir kitabının toplandığı tek basımlık kitap, etrâfında da birkaç kadın ve erkek. Kimse konuşmuyordu. Şâir’e bakıp bakıp, yanındaki arkadaşına mahcup gülücükler atıyorlardı. Neydi onları çekindiren? Mavi başörtülü, beyaz pardesülü genç kız, ikide bir, kemerinin üzerindeki cep telefonu kılıfını cart curt sesleriyle açıp kapayan kocasının yüzüne ‘Aa, İsmet Özel, şâir, baksana burada, ne yapsak ki?’ der gibi bakıyordu. Çarpık ve utangaç gülümsemesinden bu anlaşılıyordu. Şâir ise, önündeki kitabı karıştırıyor, dışarıdan gelen kötü Hacivat-Karagöz şaklabanlıklarını, midesinden yükselen bir asitle, yüzünü ekşiterek dinliyordu. Daha doğrusu, mâruz kalıyordu. Sonra, kendisine, ilginç bir canlıymışçasına meraklı ve korkulu gözlerle bakanlara nazar atıyordu. Ne düşünüyordu o esnâda? “Bu insanlar mı benim okurlarım? Neler hissediyorlar şiirlerimi okurken? Hem neden yanıma gelmiyorlar?” Ne düşünüyordu?
     “Mataramda Tuzlu Su” şâirini, uzaktan izledim. Bir kitap standını siper ettim kendime. Kitaplarını getirmediğime üzüldüm. Bilmiyordum imzâ günü olduğunu, nasıl getirebilirdim? Hem getirsem de yanına gidemezdim. İşte şimdi de gidemiyordum. Pekâlâ, imzâ saatini düzenleyen yayınevine gidip, bir kitabını alıp, imzâlatmak bahanesiyle sohbet edebilirdim. “Uzun yola çıkmaya hüküm giydim” diyen Şâir’in gözlerine bakabilirdim. Korktum. O an adlandıramadım bu korkuyu. Sonra, ne konuşacaktım? Ya soru sorsaydı. “Şiirlerimi nasıl buluyorsunuz?” deseydi?  Cevap veremezdim. Ne kadar tanıyordum ki… Benimki de lâf. “Benim şâirim”, “benim yazarım” dediğim, eselerini hatmettiğim yazarları ne kadar tanıyordum? Şâir bana, “Sen neden burada değilsin?” dese… Gerçi, “Waldo”su olacak kadar ‘yakını’ değildim. ‘Bir İsmet Özel Masalı’ yazacak kadar… “Dilce susup/bedence konuşulan bir çağda” yaşamıyor muydum? Anlatamazdım, anlatamazdım…
     Bir aralık, göz göze geldik. Sertti bakışları, ürkütücü. Bir suç işlemişçesine panikledim. Anlamsızca saçlarımı taradım parmaklarımla. Sonra, elimi cebime soktum hemen. Dudakları, müstehzî bir edâ ile kıvrılır gibi oldu Şâir’in. Belki de ben öyle sandım; ama “ağzının bir kıvrımından cesâret bul[mak]” şöyle dursun, endişemi perçinledim.
     Bir müddet hareketsiz durduktan sonra, kaçtım. Evet, kaçtım! Hareketsiz duruşum da, kaçmak için cesâretimi toplamam içindi. Şâir’le konuşmaya yetmeyen sözde cesâretim, iş kaçmaya gelince, şahlanmıştı. Son kez göz göze gelmemiz, o keskin bakış dahî durduramamıştı beni. Gözlerini de yanıma alıp kaçtım. ‘Gözleri namlu değildi’ bu sefer, ‘gözleri nemliydi.’ Ve evet, yalnızlığı korkunçtu…

3 Ağustos 2011 Çarşamba

AZALMIŞ SÖZÜN DURULUĞU



     Murathan Mungan’ın kısa öykülerden oluşan yeni kitabı “Kibrit Çöpleri”, şu içinde bulunduğumuz yılın en kısa ayında yayımlandı.  Çok iyi yazar olmasının yanında, muhteşem bir tesbit ustası da olan Mungan’ın bu son eseri, an’lardan oluşuyor, an’lara odaklanıyor…
     Önce kitabın adı: “Kibrit Çöpleri”…  Bu ad, hikâyelerin kısalığını belirtmekle birlikte, tükenmişliğini de gösterir. Yanmış, bitmiştir… Okunulduğunda görülecektir; bazı hikâyeler, ‘roman da olabilirmiş’ hissi veriyorlar. Sanki uzun anlatılar için taslak olarak hazırlanmışlar. Ama hayır… Başlangıçta, yola çıkışta öyle tasavvur edilmiş olsalar da,  yolda fark edilmiştir: Onların (an’ların) kaderi, yaşamı, kibrit çöplerinin ömrü kadardır. Vazifelerini eksiksiz yerine getirmişlerdir; çünkü, “Başlangıçsızlığın Hikâyesi”nde dediği gibi, “Uzun cümleler ağırlığında, tok bir sözcük” niteliğindedir, bu kısa öyküler…  (Mungan, ocak ayında neşredilen “Stüdyo Kayıtları”ndaki “Yeniden Bulmak Dili” denemesinde, yukarıda , “ Başlangıçta, yola çıkışta öyle tasavvur edilmiş olsalar da,  yolda fark edilmiştir: Onların (an’ların) kaderi, yaşamı, kibrit çöplerinin ömrü kadardır.” cümlesiyle, metnin kendi kaderini tâyin ettiğini anlatmaya çalıştığım durumu, açıklığa kavuşturmuş: “İlle de şiir yazayım, artık oyun yazmanın sırası geldi, şimdi bu da öykü olsun, diye karar vermiyorum; malzemenin kendisi söylüyor bana ne olacağını, neye uygun olduğunu; en iyi hangi biçimde anlam ve hayat bulacağını.” Sayfa 214.)
     Yazar, kitabın ilk öyküsü olan “Duman İşaretleri”nde, “Sizden tek isteğim, hız yapmayın okurken. Göze az görünenler, hızda çabuk kaybedilirler.” diyerek; benim gibi, kitabı ilk gördüğünde şöyle bir karıştırıp, ‘Bu ne ya, bir saatlik işi var bu öykülerin’ diye düşünen okuru, haklı olarak uyarıyor… Asuman Kafaoğlu-Büke’nin yerinde tanımlamasıyla “şiir-öykü”lerden mürekkep bu metinler; fiziken kısa, fakat mânâ yönünden (ya da mânen) uzun ve yorucu hikâyeler… Örneğin, “Başlamaması İçin” öyküsündeki “Yaralarımızı birbirimize gösterecek kadar soyunamıyorduk henüz birbirimizin yanında.” ve  “Aynı sorunu yaşıyor, aynı tedirginliği paylaşıyor olmamız, birbirimize yardımcı olmamıza yetmiyordu;  “Konuşamadıklarımıza”da, “En ilgisiz konulardan bile art arda söz açıyorduk sırf susmamak için; susarsak o sessizliğin göstereceği şeyi görmemek için.”;  “Müfide”de, “İnsan, içi azaldıkça geçmişe sığınır”;  “Köpekle Hatırlanan”da, “Bazı erkeklerin hikâyesini anmak bile yorucudur”;  “Ardıç”ta, “Evdekiler bir şey bilmez. Bilselerdi, evde olmazlardı.”;  “Ağaç Zamanı”nda, “Biz kendimizde neyin kabuk bağladığını bile artık hatırlamazken”;  “Cümleler”de, “Üzerinde, yaşamadığı bir hayatın yorgunluğu”;  “”İştah, Mide”de “Senin hikâyen başlamak için, her seferinde aynı yere dönüyor.”;  “Oyuncakların Gözleri”nde, “…birdenbire içinde bir yerin kilidinin kendiliğinden açılıverdiğini hissetti.” ve “Hayat bazen istemediğimiz kadar büyütürdü bizi.”;  “Aile Yaraları”nda, “Dünyanın bütün hikâyeleri, aile yaralarıdır.” ve “Yaranın çıplağına vurulmaz.”;  “An”daki, “Bazı anlar bütün yaşamımızı belirler. ‘Bütün yaşamımız’ dediğimiz de, o birkaç âna bakar aslında.” cümlelerini okuyanlar, öyle kolaylıkla, bir diğerine geçemezler… Bu cümleler, okuyucunun içindeki bir yerlerin kilidini açıverirler… 
          “Gece Kulübü” öyküsü ise, başlıbaşına bir sıkıntıdır: Binbir Gece Masalları’ın post-modern bir örneği olan bu hikâyede, müşterilerin, ancak sorduğu soruya cevap verirse kulübe girmelerine izin veren biri vardır. Enis Batur’un, “Bu Kalem Un[Ufak]” kitabındaki sorulardan biri olan “Bugüne kadar kaç iz bırakmış olabilirsiniz?”i anımsatan, insanın kendi yaşamına eğilmesini gerekli kılan, kendi adıma, cevap veremediğimi fark ettiğim (ama, daha genç olduğumun bahanesiyle rahatladığım)şu suale, gönül rahatlığıyla cevap verebilecek olan, ne bahtiyardır: ”Anlatacak yedi gecesi var mı hayatının?”
     Kitaptaki öykülerin birkaçına şöyle bir bakarsak: Prelüdün yapıldığı “Duman İşaretleri” için,  Mungan’ın kısa öykü hakkındaki ‘poetikası’, demek, sanırım yanlış olmaz… “Başlamaması İçin” de, belki aşka cesaretsizliği, ondan kaçışı… Kitaptaki en sevdiğim öykülerden olan “Konuşamadıklarımıza”, gerçeğin o acı yüzünden kaçışı; sözde de olsa mutluluk için, yalanla yaşamayı, bir ilişkiyi yalanla sürüklemeyi, o acınası durumu, ‘içimdeki kilidin’ hareketlendiğini hissederek, hüzünlenerek, ağlayarak duyumsadım… Ayrıca bu hikâyede, Murathan Mungan’ın ayrıntıyı iyi gözleyen ve bunu mükemmel biçimde kaleme getiren usta bir yazar olduğuna, bir kez daha iman ettim… Yine, “Hayat Böyle” hikâyesinde, bir gerçeği dile getiriş şekline hayran kaldım: “Bazı boktan lafların bu kadar gerçek olması ne kadar kötü değil mi? Tıpkı ‘Hayat böyle’ demek gibi. Ama ne yapalım ki hayat böyle!” “Tutukluk”ta, anne ve babamın hayaletlerinin peşimi hiç bırakmayacaklarını, korkuyla kabullendim… Nisan ayında , fantastik romanı “Şairin Romanı”nı yayımlatacak olan Mungan, Kibrit Çöpleri’nde, fantazya ile bilim kurgu çekirdeği olan bir öykü yazmış: “Buluş”… “Arkadaş”ta, ‘bir hikâyem olduğunu’, çok şükür öldükleri için değil, ama ayrıldığımız için fark ettiğim arkadaşlarımı gözden geçirdim… Beden ve gençlik üzerine yazılacak olası bir makale için, “Bedenin Bedenleri” öyküsünden istifade edilmemesi, yazıda bir tamamlanmamışlık duygusu yaratacaktır… Çok düşündüm: “Neden mi Vurdum?”u, kitapevinde bu kitabı ilk açtığımda görüp okuduğum öykü olduğu için mi çok sevdim acaba? Sonra şöyle cevap verdim soruma: Hayır. Bu öyküyü sevdim, çünkü anlatımın özcülüğüne ve yazarın okura bıraktığı alılmama payının cömertliğine hayran oldum… (‘Alımlama payı’ meselesi, bazı yazarların göz ardı ettiği ve bence böyle yapmakla da, okurlarının zekâsına hakaret ettiği bir husustur. Söylemek gereksiz: Okuma zevkini yok eden bir tutumdur bu…)
     “Çay Bahçesi Şarkıları”, “Sinema ve Aşk”, “Keşke Böyle Olmasaydı”, “Saklı Yas” (ağlayarak okudum!), “Ergen”, “Seks” gibi muhteşem hikâyeleri de ihtivâ eden seksen adet ‘kibrit çöpü’; satır aralarını okumasını bilen pek çok yazar adayına da, yol göstericilik yapıyor. (Özellikle de, “Hatırlamanın Serabı”, “Rüya Ayna”, “Şöyle Olsun Böyle Olsun” ve “Duvargeçenler” öykülerinde…)
     Görünüşte kısa olan; fakat hemen her hikâyesiyle uzun iç yolculuklarına çıkaran bu kitabı, edebî şölen yaşamak isteyen her okura öneririm…
      7 Temmuz 2011 Perşembe günü, Cumhuriyet Kitap'ta (sayı 1116) yayımlanan, Murathan Mungan'ın "Kibrit Çöpleri" kitabı hakkındaki yazım.

ELMA KOKUSUNDAN GÜL DALINA: KALABALIK BİR MUHABBET















     Kaç elin dokunup, kaç gözün gezindiği meçhûl olan eski kitaplarla muhabbet etmek, çok acâyip bir vakâya şâhit olmak gibi... O kitabın ilk sâhiplerinin akıllarına gelir miydi acâba, heyecanlarını ve belki de özlemlerini gömdükleri eserleri, yıllar yıllar sonra, torunu yaşındaki bir delikanlının zevkle okuyacağı... "Ergen yastığının ateşten rüyâları" dizesinin altını aşkla çizen adamın da gelir miydi peki?... Duygudaşlığını, saklı'sını, nâmahrem gözlere istemeden de olsa sergileyeceğini bilse, çizer miydi o dizenin altını? Kimbilir belki de, torunu yaşındaki delikanlının, o dizeye tesâdüf ettiğinde hazdan ürperdiğini görse, gençliğindeki ateşin, iki nesil sonraki hâlini görmüş gibi olacaktı...

     İlk cümlemde, "kitaplarla muhabbet etmek" dedim. Tüm kitaplar için cârî olan bu zevk, belki 'muhabbet' kelimesinin onlara daha çok yakışacağını düşündüğümden, eski kitaplara daha bir uygun gibi... Bilemiyorum nedenini, hissediyorum yalnızca. Hem eski kitapların üzerlerindeki çiziktirmeler, sağına soluna alınmış notlar, muhabbeti daha da zenginleştiriyor... Mürekkeplerin renklerinden, aynı renkli olanların da parlaklık ve matlıkların anlıyoruz ki, o kitabı alıp okumamız, koyu bir muhabbete dâhil olacağımızı gösterir... Ahmet Ağbi'nin altını çizdiği satıra Nurten Teyze'nin îtirâzı, bir ok işâretiyle, sayfanın başına düşülmüştür... On yıl sonra Jak Amca'nın eline geçtiğinde, Nurten Teyze'nin îtirâzına, minik bir şerh eklenme ihtiyâcı hâsıl olmuştur... Bugün o kitabı ve geçmiş zaman okurlarının kitapla; hattâ (birbirlerini hiç görmeseler de, kitaba yazdıkları notlar vâsıtasıyla) birbirleriyle olan sohbetlerini zevkle okuyan torunu yaşlarındaki delikanlı, hem onların mahremlerini çözdüğünü sandığı için, hâince bir zevk duyar, hem de o sohbet halkasına dâhil olmanın, neredeyse fantastik diyebileceğim heyecânını yaşar.....

     Kitaba vedâ ederken, birden farkeder delikanlı: "Âdemle Havvâdan geldiğim doğru/Zaafım ondan canım elma dalına" dizelerine, o kitabın tüm misâfirleri çentik atmışlardır. Delikanlı, tüm insanların aynı 'zaafiyeti' taşıdığı gerçeğini, gördüğü ve göreceği 'ergen yastığındaki ateşli rüyâlarına' elma kokusunu ilâve ederek sevinçle kabullenir... Tarancı ve Dıranas'a da selâm göndererek, eski zaman kokulu kitabı, gül-dalından kitaplığına kaldırıp, kardeşlerinin safına katar...

     Artık, kan-kırmızısı bir elma yemenin vaktidir...

                                                                                          XXVI/II/XIcts05:45

2 Ağustos 2011 Salı

“KULVARIMI BEN SEÇTİM, PANİKTE DEĞİL ATAKTAYIM!”

 
















     Aynı zamanda “müzik market”  de olan kitabevinden satın aldığım bir Immanuel Kant kitabının (“Saf Aklın Eleştirisi”) ücretini ödemek için kasaya yöneldiğimde gözüme ilişti: “Düşünce”. Hayır, kitap değil albüm (CD). Evet, isminin cezbettiğini itiraf etmeliyim.

    
Özgür Çevik’e, pek de izleyemediğim “Yabancı Dâmat” dizisinden âşinâydım; araştırdım, öncesi de varmış: bir müzik yarışmasıyla tanınmış. ben yeni ‘tanıdım’ bu felsefeci adayı güzel sesi.
    
     Radikal Genç’in müzik yazarları çok haklı olarak, düzeyli albümlerin es geçildiğini yazdılar/yazıyorlar. Ö. Çevik’in “Düşünce”si de, maalesef, görmezden gelinenlerden oldu… Oysa, en azından “Düşüşüm” adlı o müthiş şarkı, ıskalanmamalıydı. “Düşüşüm”, handiyse bir manifesto niteliğinde.
    
     Evet, öyle; “düşüşüm duruşum oldu/kaldırmayın beni yerden/kirletmeyin ellerimi/dokunayın bana lütfen”. “Düşüş”ün “duruş” olması, bilinçli bir tercihi (o, ‘yıkım’ da olsa) imliyor. Özgür seçi (hür irâde) aktif rolde görünüyor. (Tabi, bunun ‘ters okunması’ da olası: yâni , bir savunma refleksiyle “düşüş’e kılıf uydurmak” gibi. Ama öyle değil. Albümdeki diğer parçalar, böylesi bir ‘ters okuma’yı yadsıyor. Şu türden bir ‘okuma’ daha mümkün: Çevik, “doğru hareketi savruluşta arayan”(1) bir adam; ya da öyle bir adamın duygudurumunu anlatmış eserinde. Devâmında “kaldırmayın beni yerden”  diyor ya; kendisini ‘kurtarmaya’ çalışanlara [kaygılanıyorlar elbet 'kurtarıcılar' (!)] şu mesajı veriyor: “Kulvarımı ben seçtim. Panikte değil ataktayım”(2)
    
     Tabi, eseri felsefî kazı alanına çevirmemek gerek; ama bir felsefeci adayının (Ö.Çevik’in; sanırım hâlâ felsefe öğrencisi) varlığı duyumsanıyor. Ayrılık şarkılarında dahi (örneğin “Bize Kalanlar”), felsefî altanlam seziliyor.

     Özgür Çevik, iyi bir yorumcu olmanın yanında; yine iyi bir söz yazarı ve besteci de. On şarkılık albümün dokuzunun söz ve müziğinde, imzâ, Ö. Çevik’in. ( Biri de Fikret Kızılok eseri: “Farketmeden”. Ayrıca, albümün künyesine baktığımız vakit, bir “Kızılok” daha görüyoruz: “Fotoğraflar: S. Kızılkaya/Yağmur Kızılok”)
    
     Çevik’in dinlendirici bir sesi var: sâdeliğe ve îtidalliğe açılıyor… Belki de “narkoz yemiş duygulardan”dır.(bkz. “Çok Düşünce” şarkısı.) Örneğin, o çok sevdiğim “Düşüşüm” şarkısındaki  “dokunmayın bana lütfen” söyleyişi öylesine saftır ki; ânında, mâsum ve yaralı, bir de çok sevimli bir ‘çocuğu’ yakalarsınız/duyarsınız…
    
     Ha, hiç mi kötü/iyi olmayan şarkı yok. Tabi ki var: “Boş Günüm” şarkısı, gazetelerin şiir köşelerine gönderilenler kadar düzey yoksunu olmasa da, endâzeye vurulduğunda (yâni albüme oranla), vasat. İyi ama, kadı kızında bile daha çok kusur vardır. (Bu kadı kızının kusurlardan münezzeh olması saçmasını da anlamış değilim doğrusu. Gerçi ayrı bir mevzuu.)
    
     Bence Ö. Çevik’i yakında felsefe dergilerinde de görebiliriz. Hem popüler bir kişinin, böylesi ‘korkutucu’ bir alanda patinaj yapması iyi de olabilir.
    
     (Bir not: 29/08/08 cts. târihli Sabah’ın Günaydın ekindeki habere göre, “popçu-oyuncu” Ö. Çevik, “âşık olduğum kişiyi hırpalarım” demiş. Bu kerte duygusal yoğunluklu sözler ve onlara uyumlu besteler üreten kırılgan bir kişinin, “hırpala behçet” olması olası görünmese de, hayat-ı husûsiyetine karışamayız. Saygılar.)
    
     (Bir not daha: Albümdeki şarkıların isimlerinden [ki, toplamda 10 şarkı] bir kolaj denemesi yaptım. Sonuç, sanırım albümün havasına uygun oldu. Genel bir bilgi vermesi ümîdiyle sunulur: aşk demledim(6), keyfim yerinde(7). Farketmeden(3) bir daha âşık olamam(1). Çok düşünce(5): düşüşüm(2)… incittiysem(9): boş günüm!(8)… bize kalanlar(4): yalnızlık korkusu(10). [sayılar, şarkıların sıra numaralarıdır] )
DİPNOT: 1-Küçük İskender, Karanlıkta Herkes Biraz Zencîdir, s.22, Sel Yay. 2006
                2-    “           “                 “          “        “            “        , s.33,  “     “      “

     Ağustos 2008'de, Radikal Genç'te yayımlanan yazım.

SEVGİ ÜZERİNE SÖZLER

                            
     (Deneme edebiyatının üstadlarından olan Nûrullah Ataç, o kendine has sinirli ve sevimli üslûbuyla, çok güzel eserler üretti. Kendine has olan, üslûbu değildi yalnızca kuşkusuz; başkaları tarafından kullanılması imkânsız olan garip kelimeleri de uydurduğu “öztürkçe”siydi. Ataç’ın, ilk basımı 1952 yılında Varlık Yayınları’nca neşredilen “Sözden Söze” kitabında, “Sevgi Üzerine Sözler” adında bir denemesi de vardı. Yazımı, bu büyük yazarın aynı isimli denemesinden mülhem kaleme aldığımdan, başlığı da, ustama selâm durmak için, olduğu gibi temellük ettim…)
     “…gönülden kimseye bağlı olmıyan, kimseyi aramıyan, özlemiyen bir kişiyi düşünün; akıllı olsun, doğru olsun, acımak nedir, isterseniz onu da bilsin, siz gene bir ürpermez misiniz? Bütün üstünlükleri o yalnızlığı ile sanki yok oluvermez mi? Doğum ile ölüm arasındaki yolu acılarla da zorluklarla da zenginleştiren hep sevgi, kendimizden başka kimselerle ilişiğimiz olduğu duygusudur. Yoksa vârolduğumuzu bile anlamaz, düşsüz bir uykudan uyanmaksızın geçer giderdik.”
     Var mıdır Ataç’ın söz ettiği türden sevgisiz insanlar? Ataç, bu denemesinin bir yerinde; bir yerinde de değil hattâ, denemesinin alıntıladığım kısmından sonrakilerin tümünde, sevginin de “özcülüğümüzden”; yâni, ‘benciliğimizden, egomuzdan’ kaynaklandığını; en mâsum görünen, öyle ki, canımızı verebilecek kadar sevdiğimizi söylediğimizde bile, “özcülüğümüzü” konuşturduğumuzu iddiâ ediyor… Bu ağır bir yargı bence… Belki gençliğimden, belki saflığımdan; ama ben karşılıksız, ödünsüz bir sevgiye inanırım… (Sevgi ile aşk arasındaki sınırı tâyin edemiyorum.  Ahmet Hamdi Tanpınar, sevdiğim romanlarından olan “Mâhur Beste”de, Behçet Bey için, “Birdenbire aklı evlendiği seneye, biricik aşkına, her ömürde bir kere açan o bahâra gitti.” der. Aşkın, insanın ömründe bir defâya mahsus olduğunu; o tek-açımlık çiçeği bir daha devşiremeyeceğimizi söyleyerek, bizleri âdetâ dehşete düşürür. Başka bir denemenin mevzuu olabilecek bu yakıcı aşk meselesi üzerine, hele derinden âşık olduğum şu dönemde, kalem oynatmak istemiyorum…)
     Parantez içerisinde, bir aşk yaşadığımı belirttim. Bu yaşadığım aşk, öylesine yoğun ve güzel ki, bundan önceki ilişkilerime, yanlış yere “aşk”sıfatı verdiğimi anladım. Evvelinde, benim sevgi, hassaten de sevgili anlayışım şöyleydi:  Ne kadar kısa sürerse sürsün, öyle ki, ‘bir sevişmelik saltanat’ kadar olsun; hoşlandığım, hazzettiğim birisi, benim sevgilimdir. Evet, ‘bir sevişmelik saltanat’lık sevgilim…
     Uzun zamandır, hayâtı anlamlı kılan ‘olgunun’ aşk olduğunu düşünüyorum. (Aşk, sevgi… Bu ayrımları belirleyemediğimi; en azından şimdilik buna eğilmeyeceğimi söylemiştim.) Aşkı da, seksten bağımsız düşünemiyorum. Tamam, salt sekse, ten-arzusuna, ten-açlığına indirgiyor değilim; ama ‘temas’sız bir aşkın, edebiyatta kalması gerektiğine inananlardanım…
     Hayâtın kaynağı’nın da, ‘anlamı’nın da aşkta olduğuna inandığımdan, Ataç’ın “Doğum ile ölüm arasındaki yolu acılarla da zorluklarla da zenginleştiren hep sevgi, kendimizden başka kimselerle ilişiğimiz olduğu duygusudur.” Tesbîtine hak veriyorum... Devâmındaki şiirsel (sanatsal) cümlesi, ne kadar da doğru: “Yoksa vârolduğumuzu bile anlamaz, düşsüz bir uykudan uyanmaksızın geçer giderdik.” – Düşsüz bir uyku!...
     Evet; sevişmek kadar, dokunmak kadar, ‘insan sıcağı’ kadar güzel ve doğal olan ne var? Turgut Uyar’ın dediği gibi çünkü: “Sevmek bir bütün, nereden baksan/Ne ayıp, ne günah, ne uygunsuz/Kolların da, ağzın da yüreğe katılması/Tersi yarım, tersi yalan, tersi yapma.”
     Ah min’el aşk!..

     Temmuz 2010'da, apopülerdergi'de yayımlanan denemem.