[Bu yazım, Akşam Kitap'ın 18 Ocak 2013 târihli sayısında "İzi Kayıp Bir Yazardan Popüler Röportajlar" başlığıyla yayımlanmıştır]
Geçtiğimiz ay bu köşede bir başka kitap fuarından; Beyoğlu
Sahaf Festivali’nden söz etmiştim. Bu ay, o festivalden aldığım pek çok değerli
kitaplardan birini yazacağım: Mecdi Sadrettin’in; Hüseyin Rahmi (Gürpınar),
Celâl Sâhir (Erozan), Aka Gündüz (gerçek adı Enis Avni’dir) ve Ahmet Hikmet
(Müftüoğlu) ile yaptığı röportajları ihtiva eden ve İstanbul’da, Milliyet
Matbaası’nca 1929 yılında neşredilen “Sevdiklerimiz” adlı kitabı.
Mecdi Sadrettin
kimdir? Açık konuşmak gerekirse, bilmiyorum. Bu kitabın üzerinde görene kadar da, adını işitmiş değildim.
Merak edip araştırma yaptım ama evimdeki mebzul miktarda kaynağa rağmen,
ismine, olması gereken kaynaklarda
rastlayamadım. İnternette yaptığım gezintiler esnasında bölük pörçük –o da,
başkalarının biyografileri ya da onunla ilgili olmayan makaleler içerisinde-
bilgiler edindim. Buna göre; Ankara’da
yaşayan bir gazeteci olduğunu, İkinci Dönem Lozan Konferansı’na katılan Türk
delegasyonu arasında (gazeteci sıfatıyla ve İkdam gazetesi –Refik Durbaş’ın “Gazetecilerin Lozan
Macerası” yazısına göre “Hâkimiyet-i Milliye”- adına) yer aldığını,
Cumhuriyet’in ilânını gazetenin (İkdam) manşetinden ilk duyuran kişi
olduğunu, Atatürk’ün, “Şapka Devrimi”
ilânı için Kastamonu’ya hareket ettiği (ama henüz ilân etmediği) andan
itibaren, bir fötr şapka giyip dolaşmaya başladığını (Bkz: “Bayramın Havai
Fişekleri”, Çetin Altan), son olarak da, Sayman soyadını aldığını öğrendim.
Ahmet Cevdet
Oran’dan sonra İkdam gazetesinin başına geçen Mecdi Sadrettin’in, “Sevdiklerimiz”
dışında şu kitaplarına ulaşabildim: 1928 yılında, “Harf İnkılâbı”ndan hemen
önce neşredilen ve Lâtin harflerine hâlen aktarılmamış olan “Bir İdam Mahkûmu
İle Mülâkat” adlı hikâye kitabı, 1944’te yayımlanan “Cennet Hanım” adlı romanı…
Ayrıca, hangi yıllarda yayımlandığını tespit edemediğim “Marmara Martısı” adlı
romanı, Türk delegasyonuna gazeteci sıfartıyla iştirak ettiği Lozan’a dair
“Lozan Kulislerinde/Sulh Konferansı İntiba ve Müşahadeleri” notları ve “Kara Çetenin Tarihi” isimli “suikast
muhâkemesi tutanakları”… (İzmir Suikasti
mi acaba?)
Muharrem
Dayanç’ın “ ‘Yeni Kitap’ Dergisinde On Yazar – On Mülâkat” (Dergâh Yayınları,
2009) çalışmasından öğrendiğime göre,
Yeni Kitap dergisi için yapılmış olan ve daha sonra da “Sevdiklerimiz” adıyla
biraraya getirilen bu kitaptaki en beğendiğim söyleşi, hiç şüphesiz ki, Hüseyin
Rahmi Gürpınar’la yapılanı oldu. Yer darlığı nedeniyle de, bu yazımda,
yalnızca, Hüseyin Rahmi’yle yapılan o ropörtajdan küçük bir hususa temas
edeceğim.
Prof. Dr. Zeynep Kerman hocamızın hazırladığı, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, “Edebiyat Üzerine Makaleler” (Dergâh Yayınları) kitabındaki “Romana ve Romancıya Dair Notlar” yazısında “Türk romanındaki hakiki konuşma, Hüseyin Rahmi ile başlar. Onda her cins konuşma vardır. Hüseyin Rahmi’nin büyük kuvveti, insan yaratmasını bilmesidir. Kahramanları kitabın ortasında tabiî muhitlerinde imiş gibi yaşarlar. Vâkıa biraz fazla saçılıp dökülürler; fakat yaşarlar. O, halkımızı ve hayatımızı tanıyan muharrirlerdendir. Fakat asıl edebiyatımıza sokak onunla girmiştir.” dediği bu büyük romancının, “Heybeliada’nın en mürtefi (yüksek) noktasındaki zarif köşkün[e]”, Mecdi Sadrettin’le birlikte biz okurlar da konuk oluruz. Mecdi Sadrettin’in; “Şık,” İffet”, “Mürebbiye” ve daha nicelerini yazmış ve yazacak olan Hüseyin Rahmi’nin, memleket çapında okunduğunu ve her sosyal sınıftan rağbet gördüğünü vurguladığı “Yedikule’den, Sarachanebaşı’nın rutubetli evlerinden tutun da, Şişli’nin konforlu apartmanlarına, Anadolu’nun kerpiç evlerine kadar; hangi mesken vardır ki, içinde tozlu bir rafın, ya kapısı kırık bir kitap dolabının köşesinde veyahut da müzeyyen (süslenmiş) bir kütüphanede, maruf (bilinen, tanınan) romancının (Hüseyin Rahmi’nin) bir iki eseri bulunmasın? Her sayfası insana ayrı bir zevk, başka bir neş’e, ruha tarifi müşkül bir gıda veren bu büyük Türk edibinin roman sayfaları önünde, fitili bozuk bir petrol lâmbasının veya kör bir kandilin altında eğilip sabahlayan başlar az mıdır?” (s.5) tespiti, bugün için düşündürücüdür. Şundan ötürü: Anketler, edebî eserlerin ve bilhassa da romanın, son yıllarda büyük bir ivme kazandığını söylüyor bize. Biz kitapseverler de, gerek kitapçı vitrinlerindeki çoksatanlardan, gerekse kitap ekleri ve edebiyat dergilerinden bu artışı gözlemleyebiliyoruz. Evet, kitap satışları az değil ama satılan kitaplar da –açık konuşmak gerekirse- göz nurunu dökmeye değecek eserler değil! Günün modasına göre yazılan ve modanın kanunu gereğince de çok kısa zamanda –ve bir daha hatırlanmamak üzere- yerini (bu kitapların diliyle söylersem) ‘tıpkısının aynısı’na terk edecek olan bir ‘fast food’ edebiyatı… Hemen her sosyal ve kültürel tabakadan insanların Hüseyin Rahmi gibi sanatçıları okuyup zevk aldığı o Türkiye’den, yaptığı alışverişlerin ve yattığı kişilerin sanal günlüğünü kitaplaştıran bugünün ‘blog edebiyatı’na nasıl ve neden gelindiğini araştırmak, edebiyat sosyoloğunun boynunun borcudur.
Prof. Dr. Zeynep Kerman hocamızın hazırladığı, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, “Edebiyat Üzerine Makaleler” (Dergâh Yayınları) kitabındaki “Romana ve Romancıya Dair Notlar” yazısında “Türk romanındaki hakiki konuşma, Hüseyin Rahmi ile başlar. Onda her cins konuşma vardır. Hüseyin Rahmi’nin büyük kuvveti, insan yaratmasını bilmesidir. Kahramanları kitabın ortasında tabiî muhitlerinde imiş gibi yaşarlar. Vâkıa biraz fazla saçılıp dökülürler; fakat yaşarlar. O, halkımızı ve hayatımızı tanıyan muharrirlerdendir. Fakat asıl edebiyatımıza sokak onunla girmiştir.” dediği bu büyük romancının, “Heybeliada’nın en mürtefi (yüksek) noktasındaki zarif köşkün[e]”, Mecdi Sadrettin’le birlikte biz okurlar da konuk oluruz. Mecdi Sadrettin’in; “Şık,” İffet”, “Mürebbiye” ve daha nicelerini yazmış ve yazacak olan Hüseyin Rahmi’nin, memleket çapında okunduğunu ve her sosyal sınıftan rağbet gördüğünü vurguladığı “Yedikule’den, Sarachanebaşı’nın rutubetli evlerinden tutun da, Şişli’nin konforlu apartmanlarına, Anadolu’nun kerpiç evlerine kadar; hangi mesken vardır ki, içinde tozlu bir rafın, ya kapısı kırık bir kitap dolabının köşesinde veyahut da müzeyyen (süslenmiş) bir kütüphanede, maruf (bilinen, tanınan) romancının (Hüseyin Rahmi’nin) bir iki eseri bulunmasın? Her sayfası insana ayrı bir zevk, başka bir neş’e, ruha tarifi müşkül bir gıda veren bu büyük Türk edibinin roman sayfaları önünde, fitili bozuk bir petrol lâmbasının veya kör bir kandilin altında eğilip sabahlayan başlar az mıdır?” (s.5) tespiti, bugün için düşündürücüdür. Şundan ötürü: Anketler, edebî eserlerin ve bilhassa da romanın, son yıllarda büyük bir ivme kazandığını söylüyor bize. Biz kitapseverler de, gerek kitapçı vitrinlerindeki çoksatanlardan, gerekse kitap ekleri ve edebiyat dergilerinden bu artışı gözlemleyebiliyoruz. Evet, kitap satışları az değil ama satılan kitaplar da –açık konuşmak gerekirse- göz nurunu dökmeye değecek eserler değil! Günün modasına göre yazılan ve modanın kanunu gereğince de çok kısa zamanda –ve bir daha hatırlanmamak üzere- yerini (bu kitapların diliyle söylersem) ‘tıpkısının aynısı’na terk edecek olan bir ‘fast food’ edebiyatı… Hemen her sosyal ve kültürel tabakadan insanların Hüseyin Rahmi gibi sanatçıları okuyup zevk aldığı o Türkiye’den, yaptığı alışverişlerin ve yattığı kişilerin sanal günlüğünü kitaplaştıran bugünün ‘blog edebiyatı’na nasıl ve neden gelindiğini araştırmak, edebiyat sosyoloğunun boynunun borcudur.
(Hüseyin Rahmi bu videoyu görse, pek gülerdi. Hoş olmuş.)
İlk kitabını on iki yaşında yazmıştır. Ne acıdır ki, Aksaray yangınında kül olur o ilk göz ağrısı. Geriye ismi kalır yâdigâr: “Gülbahar Hanım” adında bir piyes… Daha sonra o meşhur romanı “Şık”ı yazacaktır. Etrafındakiler kitabı okurlar ve hemen, Ahmet Mithat Efendi’ye götürmesini söylerler. Hüseyin Rahmi romanı henüz tamamlamamışsa da, gönderir. Ahmet Mithat Efendi, bir iki gün sonra, gazetedeki sütununa yazı yazarak, “Şık” romancısını matbaaya dâvet edecektir. Genç muharrir, heyecandan titreyerek dâvete icâbet eder. Ahmet Mithat, karşısında, daha çocuk denebilecek yaştaki birini görünce şaşırır ve romanı, onun yazdığına inanmaz. Hatta, yalancılıkla suçlar! Bu suçlama karşısındaki cevap, iki damla yaş olur. Bunun üzerine Ahmet Mithat “O hâlde tamamlayıp getir” der ve tamamını okuyunca, “Başından daha iyi olmuş” diyerek, bu genç sanatçıyı tebrik eder.
İşte, bu büyük sanatçının şöhret bulması bu olayla başlar…