[Bu yazı, 5 Eylül 2012 târihli ŞALOM GAZETESİ'nde yayımlanmıştır.]
Sanırım, kitapseverlerin en çok sevecekleri eser, sevdikleri
nesne, yani kitap üzerine yazılmış olan bir eser olacaktır. [Kitaba ‘nesne’
demekle haksızlık, hatta hakaret etmiş olabilir miyim? Bu soruyu, işin ehline;
yani, eski tâbirle “mecânin-i kütüb” denilen kitap delilerine (bibliyomanlara)
yöneltmek gerekir!]
Bugüne kadar,
kitaplar üzerine çokça yazıldı. Bu konuda, benim bildiğim ve okuduğum kitaplar
şunlar: “Geceleyin Kütüphane” (Alberto Manguel), “Kitabın Tarihi” (Albert
Labarre), “Kütüphane” (Enis Batur), “Kütüphanelerin Hikâyesi” (Fred Lerner),
“Kayıp Kütüphaneler/Antikiteden Günümüze Yok Olan Koleksiyonlar” (James Raven),
“Antikçadan Günümüze Her Yönüyle Kitabın Tarihi” (Svend Dahl). [Prof. Dr.
Hüsrev Hâtemî Hocamız, “Çelebi Bizi Unutma” kitabındaki “Ya Kebikec” yazısında,
Muzaffer Gökman adlı bir yazarın, 1966 yılında yayımlanan “Evimizin
Kütüphanesi” kitabından söz eder. Bu kitabı da bulursam okumak isterim… ] Yalnız,
şunu söylemeliyim ki, benim favori kitabım, son okuduğum ve bu yazının da
konusu olan “Kitap” adlı eser oldu… [Ayrıca, “Kitap”ı yayıma hazırlayan Ali
Akyıldız’ın yazdığı önsözde, “Necib Âsım’ın ‘Kitap’ı, Türkçede, konusu kitap,
kitabın tarihi olan tek telif eser olma hususiyetini el’an (hâlâ) muhafaza
etmektedir.” (s.10) bilgisi de var.]
“Kitap”ın yazarı,
şimdilerde adını çoklarının hatırlamadığı
Necib Âsım (Yazıksız). Bir kitap âşığı olan Necib Âsım, orijinal adı
“Kitap” değil “Kitab” olan eserini, eski tarihle 1311 (1893) senesinde
yayımlatmış. Telif ve tercüme olarak, yirmi küsur eseri bulunan Necib Âsım,
1861’de Kilis’te doğmuş. Kuleli Askerî İdâdîsi (Lisesi) ve Harbiye Mektebi’ni
bitirmiş. Askerî okullarda Türkçe, Fransızca ve tarih dersleri hocalığı
yaptıktan sonra, albay rütbesiyle emekliye ayrılmış. 1934 yılında “Yazıksız”
soyadını alan Necib Âsım, Meşrûtiyet’ten sonra, İstanbul Üniversitesi’nde (o
zamanlar, İstanbul Dârülfünûnu’dur ismi) hocalık yapmış. 1927’de milletvekili
seçilen yazarımız, daha sonradan, âşık olduğu yazı çizi işine ayırmış bütün
zamanını. Türkçenin sadeleşmesini savunan bir dizi yazı kaleme alan Necib Âsım,
İstanbul Üniversitesi’nde Türkoloji kürsüsünü kuran ve Türk Dili Tarihi’nin ilk
profesörü olan bir isimdir. “Kitap”, işte böylesine önemli bir bilimadamının
eseridir.
Kendimi kitapsever,
hatta kitapperest olarak adlandıran ben, açıkça söylemek gerekirse, “Kitap”
adını taşıyan bu eserden şimdiye dek haberim olmamasının utancını yaşıyorum şu
günlerde. Gerçi, bunda benim cehaletimin payı büyük ölçüde olmakla birlikte;
işi gücü -doğal olarak- edebiyat olan, edebiyat dergilerinde ve gazetelerin
kültür sanat eklerinde köşeleri bulunan edebiyat sanatçılarının payı da, bence
azımsanmayacak ölçüdedir… (Üstad Doğan
Hızlan, “Çalıntı Kitap Deposu” kitabındaki aynı isimli denemesinde, Necib Âsım’ın “Kitap”ını anmıştır.) Neyse,
şikayeti bırakıp, yazıma döneyim.
“Kitap”ı, yeni
kurulan bir yayınevi olan “Büyüyenay Yayınları” yayımlamış. (Mayıs 2012) Bu
eser, yayınevinin yayımladığı ilk kitap aynı zamanda. Bir yayınevi için
böylesine önemli ve güzel bir eserle yayın hayatına başlamak hem çok prestijli,
hem de riskli: Prestijli, çünkü çok iyi bir eser; ama aynı zamanda riskli,
çünkü yayınevinin daha sonradan yayımlayacağı her kitap, doğal olarak, ilk
yayımladıkları eserle mukayese edilecektir. “Büyüyenay Yayınları”, deyiş yerindeyse,
kaliteli eserler yayımlamaya yazgılıdır artık…
“Kitap”ın yeni
harflere aktarımını (transkripte edilmesini), Prof. Dr. Orhan Okay Hoca kontrol
etmiş. [Önsöz’de, “metnin çevirisi” denmiş ama bu, yanlış bir kelime tercihi
olsa gerektir: Çeviri, iki farklı dil arasında olur; oysa burada, aynı dil
(Türkçe), fakat farklı yazı karakterleri/harfleri arasında aktarım yapılmış:
Eski yazı (Osmanlıca harfler)Türkçeden, yeni yazı (Lâtin harfleri) Türkçeye.]
Necib Âsım’ın
“Kitab”ı, daha önce de yeni harflere aktarılmış: İletişim Yayınları,
kuruluşlarının onuncu yılı şerefine, 1993 yılında, bu kitabı basmış. Ben o
baskıyı maalesef görmediğim için, kalitesi hakkında bir yorumda bulunamayacağım
ama özel bir yıldönümünde bastıklarına göre, güzeldir diye tahmin ediyorum.
(İçeriğiyle ilgili birkaç eleştiri yazısı okudum.) Büyüyenay ismindeki bu bebek
yayınevinin yayımladığı baskı, daha kapağıyla çarpıyor insanı. Yayınevini
kutlamak lâzım: Gerek kapağı, gerekse içeriğiyle (sayfa kalitesi, göz yormayan
renk seçimleri, rahat okutan harf boyutu ve satır araları, kitabı yayına
hazırlayan Ali Yıldız’ın açıklayıcı dipnotları ve kitapta geçen isim, kavram,
mekân ve olaylara dâir, Mustafa Kirenci’nin hazırladığı yüz yirmi sayfalık
“Açıklamalar” bölümüyle), enfes bir kitap olmuş… Kitabın fizikî kalitesi ve
güzelliği hakkında vereceğim şu misal, beni (ve benim gibi olan
kitapperestleri) bilenler için, yeterli bir delil olacaktır kanaatindeyim:
Okuduğum tüm kitapların altını çizen, sağına soluna notlar alan bendeniz, bu
kitabı çizmek şöyle dursun, ilk sayfasına adımı dahi yazmaya kıyamadım.
“KİTAP”IN HARİTASINI ÇIKARISAK:
“Kitap”ı yayıma
hazırlayan Ali Yıldız’ın kitaba yazdığı önsözde, “Necib Âsım’ın ‘Kitap’ı, kitap
hakkında bilgi sahibi olmak ve düşünmek için önemli bir müracaat kitabıdır”
(s.9) dediği bu eser, yirmi beş bölümden meydana gelmiş. Necib Âsım, “Kitap”ını
(ki, orijinal adı “Kitap” değil, “Kitab”dır.), “giriş” denilebilecek
“Mukaddime” ve okuyucularına (“Kârîine”) hitap kısmından sonra, ilk yazı
olarak, kitabın tarihiyle açıyor. Bu yazısında, kitabın tarih ve vasıflarına
temas ettikten sonra, “Yazı”ya geçiyor ve bizler, kitabı vücuda getiren
yazı’nın tarihine ve çeşitlerine dalıyoruz. Peki, yazı neden mürekkep? Elbette
harflerden. “Elifbâ” isimli üçüncü bölümde de, alfabeyi öğreniyoruz. Bu bölümde
kısaca; dilbilgisine/imlâya, körler alfabesine (“Âmâlar Elifbâsı”) [Braille
alfabesi –O.Üçer]; İbrânî, Yunan ve Romalıların, kendi alfabelerinde bulunan
harflere sayı değerleri verip , harf rakamları (“Erkâm-ı Harfiye”) kullandığı
bahsinden başlayarak, rakamların tarihine değiniyor.
Dördüncü bölümde,
bu harfleri yazacağımız gereçlere geliyoruz; yani, “Malzeme-i Tahrîriyye”ye.
Burada, en ilkelinden en modernine kadar (kitabın yazıldığı dönemdeki
modernlikten söz ediyorum elbette), yazı gereçleri anlatılıyor.
BİR SANAT OLARAK YAZI
Artık, kitabı
yazacak malzemelere sahibiz. Sıra geldi, “Yazma
Eserler”e; beşinci bölümün konusuna yani. Necib Âsım, bizi, Mısır mezarında
bulunan papirüs üzerindeki , cenaze merasimine âit yazmalara götürüyor ve
yolculuğumuzun başlangıç noktası burası oluyor. Antik medeniyetleri dolaşa
dolaşa, elyazmalarının pek az olduğunu söylediği Roma’ya, oradan da –artık,
Cengiz Han gibi, Hülâgû gibi, Timur gibi, “erbâb-ı şiddet”ten ve İspanya
yangınlarından ne kalmışsa geriye-, İslâm dünyasındaki kütüphanelere uğruyoruz.
[Bu kısımda, Vatikan’dan sonra en fazla kitaba sahip olan “İspanya Escorial
Kütüphanesi”ni (Manastır kütüphanesi
–O.Üçer) öğreniyoruz. Elli bin cilt gibi muazzam bir sayıda elyazması eser
koleksiyonu olan bu kütüphanenin sırrı, ağır cezâî yaptırımlarıdır: Papa
Gregory, buradan elyazması kitap çalanların aforoz edilmesini emretmiştir.
(s.300-301)] Bu kısmın sonunda, güzel yazıya da temas ettikten sonra, sonraki
bölümde, kıpkısa da olsa, “Unvân-ı Kütüp” dediği, kitapların
adlarına/künyelerine şöyle bir göz attırıp, elimizden tuttuğu gibi, kitap
meraklılarının arasına atar bizi Necib Âsım.
BİBLİYOFİL Mİ,
BİBLİYOMAN MI?
Kitap meraklılarını iki sınıfa ayırır
Necib Âsım: “Muhibbân-ı Kütüp” (kitapseverler) ve “Mecânîn-i Kütüp” [kitap
delileri ya da benin kendime verdiğim, aynı zamanda, internetteki bloğumun da
ismi olan “Kitappesest” (ler)]. İnsan bu bölümleri okuyunca sormadan edemiyor,
“Acaba ben hangi kategorideyim?” diye. Gerçi, kitap âşıkları kendilerini az çok
bilirler… Necib Âsım’ın yaptığı ayrımı dikkate alırsak, kendimizi, kitapsever
olarak tanımlamamız gerekecektir ama; en azından, ‘prestij’ olarak zorunlu
hissederiz kendimizi ilk gruba girmeye! Şöyledir bu fark: “Kitap delileri,
kitap muhiblerine (kitapseverlere) benzemezler. Bunlar yalnız kitap toplamak
isterler. Bunlarla, mesela posta pulu, kundura, çubuk, suffe, yumurta toplama
merakında olanlar arasında bir fark yoktur.” (s.128)
Necib Âsım, bize,
Saint-Simon’un hâtırâtından şu vakâyı nakleder: “Kont İstre” adındaki birinin
şahsi kitabı, 52.500 cilt gibi muazzam bir sayıyı bulduğu hâlde, bu adam, elifi
görse mertek sanacak kerte câhildir; ismini dahi yazamaz! Herhâlde bu da
patolojik bir vakâ oluyor artık…
Bu bölümde,
İngiliz ve Alman kitapseverlerin kendi aralarında karara vardıkları; “yatakta
okunmayacak, kenarına notlar yazılmayacak, yapraklar kıvrılmayacak, sayfaları
çevirmek için parmaklar ıslatılmayacak, yerken ve içerken okunmayacak, kitap
üzerine aksırılmayacak… “ gibi, onlarca katı kurallar var ki, okuyunca, “kitap
mı okuyacağız, yoksa, başına bir şey gelirse bir devletin mahvolmasına sebep
olacak bir emanet mi teslim alacağız?” dedirtti bana. Hele hele, nasıl bir
hayâlgücünün ürünü olduğuna karar veremediğim, evlere şenlik, “kedi veya
çocukların arkasından kitap atılmayacak” hükmü yok mu! (s.120)
“KİTAP”TAKİ DİĞER
KONULAR VE “KİTAP FALCILIĞI”
Yukarıda
anlattıklarımı takip eden bölümleri kısacak özetlemem gerekirse: “Takdime-i
Âsar”da, kitapların ithaf edilmesinden; “Kitap-hâne”de, içlerinde Ninova,
Babil, Bergama, İskenderiye gibi meşhur kütüphanelerden ve hangi ülkede kaç
kütüphane ve kitap olduğundan; “Kıraat-ı Umûmiyye”de, topluluğa (açık veya
kapalı alanlarda) kitap okumanın tarihçesinden; “Hâfız-ı Kütüp”te, ‘kitap
koruyucuları’ dediği kütüphane memurlarından; “İlm-i Esâmi-î Kütüp”te,
bibliyografi ilminden; “Kitapçılık”ta, mâlûm sanattan; “Kitap Falcılığı”ında,
ilginç bir fal türünden (işte bu bölüm çok enteresan; misal, Ortaçağ’da, kitap
falcılığının Yahudiler arasında yaygın olduğunu söylemiş. Yöntem şu: Tevrat’tan
rastgele bir sayfa açılır ve bilinmek istenen neyse, ona ulaşmaya çalışılır.);
“Kütüb-i Memnûa” (Yasak Kitaplar)’da, tarih boyunca yasaklanan kitaplardan ve
kitap yakma (“ihrâk-ı kütüb”) faciasından; “Kitaplar Ne Yolda Te’lif Ediliyor
(Yazılıyor)?”da, haklı bir sorudan; “Tercüme”de, çeviri sanatının zorluğundan;
“İhtisâr-ı Kütüp”te, büyük kitapların özet (muhtasar) hâllerinden; “Hangi Kitapları
Okumalı?”da, bugün de şikayetçi olduğumuz bir dertten; “Kitaplara Mükâfat”ta,
hâlâ sürmekte (ve talep edilmekte) olan, maddi ve manevi ödüllerden;
“Tıbâ’at”ta, Gutenberg’den itibaren çeşitlenen baskı tekniklerinden; “Yazı
Bilgiçliği”nde, bugün dünyada ve ülkemizde hakkında kitaplar yazılan,
‘elyazısından karakter tahlil etme’ işinden; “İmza”da, tarih boyunca imza
anlayışıyla, Türk ve Çin âdeti olan, -imza atamayanların yaptığı- parmak basma
eyleminden; “Mühür”de, Tevrat’tan başlayarak [Firavun’un Yusuf peygambere,
Mısır’ın idaresini verdiğini sembolize eden mühür-yüzüğü vermesi (Tekvin,
41/42) ve Süleyman’ın Mührü (Magen David –O.Üçer) gibi], bir iktidar sembolü
olarak mühürden bahseder ve nihayet, “Kitapların Sonu” bölümüyle, bu güzel
eserini hitâma erdirmiş, yani bir anlamda ‘mühürlemiş’ olur.